The Newsroom

Geçtiğimiz günlerde CNBC’de Amerikan medya dünyasını yansıtan bir yeni dizi başladı: The Newsroom (Haber Odası).  Bir süredir Amerika’da da oynuyor.  İzleyenler görmüştür; oldukça hızlı, dinamik, arkasından koşturan bir dizi. Senaryosu Amerikalı  yazar ve “sorgulama ustası” Aaron Sorkin’e ait. Bu kez günahıyla, sevabıyla sorgulanan 4. Kuvvet diye adlandırılan hani bizi, hepimizi yönlendirdiği söylenen medya dünyası.  Bilindiği gibi kamuoyunu oluşturma ve yönlendirme görevi nedeniyle medya, yasama, yürütme ve yargıdan sonra gelen 4. Kuvvet’dir. Bu dizide medyayı temsil eden ACN adlı ulusal TV Kanalı sadece kendi kendini değil, Amerikan politikasını, düşünce ve değerler sistemini didik, didik ediyor. Ve bu sadece tek bir saatin içinde,  Akşam Haberleri dediğimiz Newsnight programı süresince yapılıyor.

Ama nasıl bir sorgulama? Allah korusun… Akşam Haberlerinin Anchorman’i rolündeki aktör Jeff Daniels,  “Efendiler ben bu rol için yaratılmıştım” edasıyla bir zamanların efsanevi CBS Anchor’u Walter Cronkite’a nisbet yapar, hatta meydan okur gibi. 1970’lerde Kanada’da yaşar iken Cronkite’ın o devrin sosyal olaylarını nasılda dümdüz aksettirdiğini ilgiyle izlediğimi hatırlıyorum. Malum öğrenci olayları, Women’s Liberation -kadın hareketinin en civcivli günleri, Watergate skandalı, Vietnam, dünya petrol krizi… Bugün konular bize farklı gibi görünse de değişen sadece isimleri bence. Cronkite’ın karşısına çıktın mı yandın demekti. Çiğ, çiğ yerdi adamı. Zaten Washington Post değil miydi o “dokunulamaz” diye düşünülen Başkan Richard Nixon’u bile çatır, çatır yerinden eden, indiren. Amerikan medya kültürü sadece 4. Kuvvet olmakla kalmaz; aynı zamanda yargılar da. Üstelik de bağımsız yargılar.

The Newsroom sadece iyi bir dizi değil; öğretici de aynı zamanda.  Hatta örnek bile olabilir.  Mesela, “ülkemizde açık oturum, yuvarlak masa söyleşisi nasıl olmalıdır?” konusuna iyi bir örnek olur.  Sık, sık çeşitli kanallarda  “özel, canlı yayınlar” oluyor. Bürokrat, ünlü işadamı, en büyük sporcu veya bakanları izleme şansını elde ediyoruz. Bu iyi de, oturumu yöneten veya toplantıya katılan basın mensuplarına  bakıyorsunuz. Bazıları adeta el, pençe divan.  Açık ve net soru sormak, sorulan soruya cevap talep etmek konuğa saygısızlık etmek mi oluyor acaba onlar için, bilemiyorum ama genelde konuk her kimse alıyor sazı eline ve bir monologdur gidiyor.  Gazetecinin azarlandığına bile tanık olabiliyoruz. Bir de The Newsroom dizisine bakalım. “Cross-examination” yani sorgulama tekniklerini bu dizide görebiliriz. Gazeteci dediğin de böyle olmalıdır işte. Cesur, hatta biraz da cüretkar. Ne söylediğini iyi bilen. Korkusuz. Yersiz iltifatlar yapmaya ihtiyaç duymayan.

Dizide kanalın sahibini Oscar ödüllü Jane Fonda canlandırıyor. Onu benim kuşağım iyi hatırlar. Vietnam savaşının en inançlı karşıtlarından biriydi  70’li yıllarda. Bir çok anti-savaş yürüyüşünün başını çekerdi. Savaş karşıtı olduğu için saçlarından sürüklendiği hiç duymadım.  Şu işe bakınız ki Jane Fonda The Newsroom’da Amerikan Kongre üyelerinden bazıları ile iş ilişkisi içinde olan bir medya holding’inin sahibesini canlandırıyor. Ancak onun bu ilişkileri ne usta aktör Sam Waterson’un canlandırdığı Genel Yayın Müdürünün ve ne de  Anchorman Will McAvoy’un (Jeff Daniels) hiç umurunda değil. Zira bu ikisi için mutlak gerçek basın ve düşünce özgürlüğü ile kamuoyunun haber alma özgürlüğü.  McAvoy’un lakabı ise “Coach”.  Sembolik, değil mi?

Amerikayı ve Amerikalıları yakından tanıyan biri olarak söylüyorum. Amerikayı bir çok bakımlardan eleştirebiliriz; ama iğneyi kendisine ve ta dibine kadar batırabilen nadide ülkelerden biri olduğunu da teslim etmek zorundayız.

Şeffaflık  falan gibi evrensel kavramları dilimize dolamayı bırakalım. Bırakalım onlar kitaplarda kalsın.

The Newsroom’a gelince. Bu son zamanlarda gördüğüm en iyi rüyalardan biri.

Bir Yorum Yazın