Şenes Erzik

UEFA ASBAŞKANI; duayen bir uluslararası futbol yöneticisi; Türkiye’nin yurtdışındaki itibarına ve tanıtımına büyük katkıları olan ve geçtiğimiz haftalarda Türk Futbol Federasyonu Başkanlığı için adı geçen Şenes Erzik ile bundan bir süre önce yaptığım röportajı siteye koydum. İyi okumalar.

Nilgün Güresin: Şu duvarda asılı olan yazı çok dikkat çekici. Nedir bu Şenes Bey; odanıza niçin astınız?

Şenes Erzik: Şeref El Mekan, Bil Mekin… Ticaret Borsası Başkanı Nejat Basmacı göndermişti. Çok vefalı bir insan, iyi bir dosttur; eşimin de akrabasıdır.
Aile kabristanları Karacaahmet Mezarlığı’nda, yolun tam kenarında, adeta büyük bir mahalle gibidir. Etrafta üzerinde eski Türkçe yazılar olan bir sürü mezar taşı görürsünüz. Orası çok bakımsızdı; gelen, geçen… Ülkenin koşulları malum; mezarlıkta yatan evsizler, başıboşluk her tarafta… Nejat Basmacı oraları toparladı; o harabeden 3 kuşak öncesinin mezar taşlarını bile buldu, çıkardı. Çok değişik bir insandır; ‘nesli tükenmişlerdendir’…
80’li yaşların üzerinde olmasına rağmen her şeyi çok iyi izler. Zaman zaman da hepimize ‘insanlığımızı’ hatırlatır.

Böyle çok bunaldığım günlerden birinde bana duvarda gördüğünüz yazıyı gönderdi. Anlamını da altına yazdırmış. İlaç gibi geldi…
Sıkıntım, bu yazıyı büroya mı, yoksa eve mi asayım diye karar verememekti; baktım iki gün sonra, bir tane daha yollamış!

NG: Sizin için belliki çok özel bir anlamı olan bu deyişin ne olduğunu bizimle de paylaşır mısınız?

ŞE: “Şeref El Mekan, Bil Mekin” şu demektir: Bir yerin şerefi, orada oturanladır.
İnsanın hayatta değer vermesi gereken önemli şeyleri kapsamı içine alan bir sözcük. Bireyin kendisiyle ilgili beklentilerini, düşüncelerini tarif ediyor.

NG: O halde size soralım: “İnsan” olmak için ne gibi değerlere sahip olunmalıdır?

ŞE: Klasik laflar vardır hepimizin bildiği, işte dürüstlük, taviz vermeden özveride bulunmak, insanlarla anlaşabilmenin yollarını aramak, yani insan sevmek, insana değer vermek ve kendine de değer verilmesini böylece beklemek gibi… Bütün bunları yapabilmek için insanın kendinden çok şeyler vermesi gerekir.

Türkiye’de “insan ilişkileri” daima en ön planda gelir.
İnsanlara istediğini ve beklediğini söylemek değil benim burada anlatmak istediğim; doğruları söylemek ama kavga ederek değil, anlatarak, karşımdakinin sağduyusuna hitap ederek ama kırarak-dökerek, bağırarak değil… Benim hayat boyu, prensibim bu oldu.
Bağırmak, faşist diktatörlere yakışan bir üsluptur. Hangisi arkasından hayırla ve iyilikle anılıyor? İsimleri geçince insanların tüyleri diken diken olur.

Bir de dimdik durmuş insanlar var ki, 1 numara Mustafa Kemal’dir. “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” diyerek bence çok büyük bir anlayışa parmak basmıştır.
Bugün dünyada olan bitenler, bunun ne kadar gerçekçi bir özdeyiş olduğunu da ispatlıyor. İnsanlar aç, birbiri ardına savaşlar yapılıyor… Atatürk, “İnsana, insan olduğu için değer verilmelidir” demiş. O yokluklarda, o sıkıntılarda yaptığı devrimler, yarattığı mucizeler de bunun ispatıdır.
İnsanları bir araya toplayabilmiş. Futbol deyimiyle “takım oyunu oynatabilmiş”. Hedefleri dürüst ve doğru hedefler olduğu için başarabilmiş. Kurtuluş Savaşında kadınlar sırtlarında mermi taşımış…
İşte futbolu ben de bu nedenle seviyorum; takım oyunu…
Bireysel oyunu hiçbir zaman sevmedim.
Benim her zaman, herkesle, her konuyu rahatlıkla konuşabilmeyi, tartışabilmeyi istemek gibi bir huyum vardır. Anlaşarak veya anlaşamayarak ama mutlaka kavgasız…

NG: Neredeyse 20 yıla yakındır UEFA’nın Yönetim Kurulu’nda (UEFA Executive) olmanız da “Takım Oyunu”ndaki başarınızdan olmalı.
21 yıl rekorunu da siz kıracaksınız herhalde…

ŞE: UEFA’ya ben 1982’de Gençlik Komitesi’nde başladım; 1990’da seçildiğim UEFA Executive’de gerçekten rekor kırmış olacağım.
Bizde normal olarak 3 dönem seçilirsiniz; ben 5. dönem de yine seçildim ve 2011’de 21 yıl. 3 dönemden sonra “eski” (ancient) üye statüsü ile özel bir vitray tasarımını hediye olarak alır ve böylece UEFA tarihine de geçersiniz.
Ben tamamladığımda, UEFA Yönetim Kurulu’nda benden daha uzun hizmet etmiş hiç kimse olmayacak. Şu anda en eski ve kıdemli üye benim.

NG: 5. dönemde UEFA’ya tekrar aday olmaktaki hedefiniz neydi?

ŞE: Her zamanki hedefim: zirvede bırakmak.

Onursal Başkanı olduğum Futbol Federasyonu Başkanlığı’nı bıraktığım gibi…

NG: Zirvede bırakmayı biraz açabilir misiniz?

ŞE: 53 Federasyon üyeli UEFA’da bir yaş sınırı var; 10 yıl önce Prag’da yapılan Genel Kurul’da kabul edildi… 70 yaşına gelen kimse aday olamaz; deneyimi ne olursa, olsun komitelerde bile olamaz. Eğer adaysa, adaylıktan çekilmek zorundadır. Konu bu idi.
Tuhaf bir rastlantı sonucu eşi rahatsızlanan o dönemdeki başkanımız aniden İsveç’e gitmek zorunda kalınca, 1. Başkan Yardımcısı olarak oturumu da ben yönettim ve yasa kongreden geçti. Fakat benim içime sinmeyen bir husus vardı. Nitekim benimle iyi iletişimi olan, benim de çok beğendiğim, ülkeleri de, kendileri de genç federasyon başkanları bana geldiler. Eski Sovyetler Birliği’nden ayrılan, Baltık ülkelerindendiler.

Kendi ülkelerinde onlar benim idealim olan kişiler… Keşke benim ülkemde de böyle kişiler yetişebilse… Bir geçmişi olsun; mükemmel bir eğitim almış olsun ve o eğitimin üzerine geldiği koltuğa yeni bir şeyler ekleyebilecek insanlar olsunlar.

NG: Örnek verebilir misiniz?

ŞE: Mesela bir banka genel müdürü vardı aralarında; aynı zamanda bir federasyon başkanı. O yeni ülkelerde batıyı bilen, batılı çerçevesinde yetişmiş insan sayısı belki çok az ama Avrupalılıklarından da hiçbir şey kaybetmemişler. Yıllarca Sovyet rejimi altında olmalarına rağmen kültür ve sanat anlayışlarını korumuş ve hatta geliştirmişler.

Neyse bana geldiler ve dediler ki: “Bu maddede bir kendinize rüçhan hakkı tanıdınız. Biz sizi iyi tanıyoruz; bu sizin içinize sinmemiştir”.
“Hayır” diyemedim tabii… Bakın, nerden, nereye. Ta 10 yıl önce… Yaş sınırı maddesinin canımı sıkan hususu şu idi: Yaş sınırı 70 ama mevcutlara, halen yönetimde olan bizlere geçerli değil.
Onların bu hususu benim dikkatime getirmeleri benim gibi düşündükleri için beni rahatlatırken, bir yönden de rahatsız etti. Bizim kendimize bir “ayrıcalık” tanıyor olmamız beni o günden beri rahatsız ediyor. Ben hem FIFA ve hem de UEFA’nın Yönetim Kurulu’ndayım. Şuna inanıyorum: 70 yaş üzeri seçilme hakkını eğer diğerlerine vermiyorsanız, kendinize de alamazsınız.

Prensip, prensiptir. Zirveden önce bunu kastediyorum.

Ben TFF Başkanlığı’na da son atanan, ilk seçilen başka oldum. Türk futbol tarihinde bunu kimse değiştiremez.

NG: Son atanan ve ilk seçilen başkanlık durumu nasıl gerçekleşti?

ŞE: Türk Futbol Federasyon (TFF) Başkanlığı’na 24 Mart 1989’da son defa Başbakan Turgut Özal tarafından atandım; benden önce, aralarında Başkanlığı sadece 1 ay yapan 32 federasyon başkanı vardı; Bakan atıyor ve 1 ay sonra “seni beğenmiyorum, çık” diyor…

NG: Bizim bir türlü kurumsallaşamayan siyasi hayatımızdaki otokratik tavrı hatırlatıyor…
Size göre “kurumsallaşma” nasıl olur?

ŞE: Atanmayla olmasına rağmen Sayın Özal’dan 4 yıllık bir süre istedim. “Benim bile o kadar siyasi garantim yok” demişti Sayın Başbakan Özal.
Onun üzerine ona, aksi takdirde bu görevi kabul etmeyeceğimi de söyledim; çünkü ancak 4 yılda böyle bir kurumu adeta “sıfırdan” alıp, profesyonel, kurumsallaşma çerçevesi içinde düşündüğüm yerlere getirebilecektim.
Bir başka örnek de “televizyon havuzu”dur. 1996’da “TV havuz”unu kurarken herkes bize “hayal peşinde koşuyorlar” diye bakıyordu. Benim kafamda ise uluslararası alanda kurumsallaşmış ve başarılı olmuş örnekler vardı. Bu bağlamda özellikle gençlerden başlayarak çim sahalarda başarılı olacak takımlar oluşturmaya başladım. Önemli olan bunu bir sisteme, bir düzene oturtabilmekti. Hepsi de oldu.

NG: TFF’nun kurumsallaştırılması sırasında UEFA kriterlerini ne ölçüde kullanabildiniz?

ŞE: Herkesin UEFA Kriterleri diye bildiği aslında Kulüplere Lisans ve Ücretlerin Sınırlandırılması (Club Licensing and Salary Caps) idi. 1999’da bir Çalışma Grubu kuruldu; başına da kulüpler komitesinin başında olduğum için ben getirildim. Her kesimden, her kulüpten temsilciler çağırarak, UEFA’da ilk kez gerçek anlamda demokratik bir toplantı gerçekleştirdik. Yönetim Kurulumda, işin uzmanı olarak hakemler, futbolcular, amatör kulüpler ve futbolcular derneğinden 1 temsilcinin olduğu bir kompozisyon kurdum. Seslerini de böylece duyurabilmek istedim.
Ancak amaç çok çarpıtıldı; menfaat grupları oluştu. Demokratik bir düzen kuralım derken, yönetim kurulu birtakım kişilere rüçhan hakkı tanıdı. Dolayısıyla ehliyeti tam olmayan insanlar bu gruba dahil olma çabasına girdi.

Türkiye’de “seçim” dediğiniz zaman, “demokrasi” dediğiniz zaman nelerin karıştırıldığını hepimiz iyi biliyoruz. Buna egemen olmanız ise maalesef mümkün değil. Birlik böylece sarsıldı; gruplar arası seçim kavgaları başladı ve böylece statüde yapılması planlanan değişiklikler de rafa kaldırıldı. Aradan epeyi zaman geçti. Bugün TFF’nda yeni ve bağımsız bir anastatü var. Belirli bazlara oturtulmuş temsilciler muhakkak yönetim kurulunda olacaklar. Bu aynı zamanda FIFA’nın da “Standard Statü” dediği bir “çerçeve yasa”.

NG: UEFA Kriterlerine dönersek…

ŞE: UEFA kriterlerine yeri gelmişken değinirsek, şampiyonlar ligi, UEFA kupası ve adı Europa Lig olarak değişen Intertoto müsabakalarına katılacak kulüplere lisans sistemini getirdik. Örneğin genç takımının şu vasıflarda bir doktoru, bir fizyoterapisti olacak; kulüp müdürünün tarifi budur; mali kriter olarak da, kulüplerin futbolcularına, personeline veya futbolcu transferi sebebiyle rakip bir kulübe vadesi gelmiş ödeyemediği borcu olmayacak gibi… Bu kriterlere uymayanlar UEFA Kupalarına katılamayacaklar.
Amaç kulüplerin sağlam bir mali, idari ve tesisler yapısını oluşturarak, UEFA karşılaşmalarının geleceğinden emin olmaktır.
Bu kriterlere uymayan kulüpler her an risk altındadır. Bir mali krize girer, para yok, transferler de yapılmış, şampiyonayı bırakmak zorunda kalabilir; UEFA olarak böyle bir yönetim tavrı kabul edilemez.

NG: Kulüplerin mali durumlarını nasıl takip edebiliyorsunuz?

ŞE: “Şeffaflığı” zorunlu tutarak… Bu bilgiler eskiden gizliydi; biz hiçbir şey bilmezdik. Yarı final maçı oynayacak bir kulüp iflas ederse, her şey bir anda berbat olabiliyordu. Sürprizlerle karşılaşmamak için bu kriterleri getirdik.

O kadar doğru bir iş yapmışız ki, 2008 yılının başından itibaren FIFA’da, dünya çapında bu kriterleri uygulamaya başladı. Böylece, yalnız Avrupa’ya değil, dünyadaki tüm kulüplere geçerli oldu. Zira “şeffaflık”, açıklığı ve hesap sorulabilirliği de getiriyor.

NG: Futbolda istenilen şeffaflık nasıl yakalanabilir?

ŞE: Bütün dünyada olması bazı koşullara bağlı. Bütün dünya derken, küçük gördüğüm için değil, fakat profesyonel yapılanmış kulüplerin ve liglerin olmadığı ülkelerde bu kadar şeffaflığı sağlamak zaten mümkün değil. Şeffaflık derken amatör kümeleri değil, esas rantın döndüğü profesyonel liglerden, büyük kulüplerden söz ediyoruz.
Bugünün futbolunda bu konuda hala çok sorun var. Bu nedenle Strateji Konseyini oluşturduk.

NG: Futbolun toplumsal sorunlara ne gibi katkısı olabilir?

ŞE: UEFA’da bir Sosyal Sorumluluk (Social Responsibility) komitesi var.
Eylül 2008’de Liverpool’da “Futbol: Sadece bir Oyun mudur? Football: Only a Game?” başlığı altında bir sergi açtık. UEFA tarihinde bir ilk… Zaten Liverpool’da FIFA’nın daimi müzesi vardır.

Liverpool oldum, olası bir futbol kentidir. Geleneksel bir liman şehridir ve kentte her şey futbolun etrafında döner. Eskiden Avrupa’dan diğer kıtalara yolcu taşıyan gemiler buradan karaya veda ederlermiş. Gemiciler Amerika’ya gitmeden önce, mahalli ekiplerle maçlar yaparlarmış. Dolayısıyla kentte yerleşik bir futbol kültürü var. Meşhur sloganlarını İstanbul’da da gördük: You’ll Never Walk Alone… 7–8 sene önce FIFA böyle bir daimi sergi açmaya karar verince Liverpool bu daimi müzeye talip oldu.

Ayrıca Liverpool 2008’de Avrupa Kültür Başkent’liğini de üstlenmişti. Şehrin bu özelliği sergiyi daha da özgün hale getirdi.

NG: Sizin için en özel FIFA ve UEFA görevleri hangileridir?

ŞE: Bir kez daha 1. As Başkan (First Vice President) olarak seçilmek tabii ki hem çok onur verici ve hem de başka işler yapabilmek için şart idi…
Ancak, “Profesyonel Futbol Strateji Konseyi” üyeliğimin yanı sıra hem UEFA’da ve hem de FIFA’da ki tüm görevlerim içinde beni en çok mutlu eden “Sosyal Sorumluluk Komitesi – Fair Play & Social Responsibility” Başkanlığıdır.
“Fair Play”i dürüst oynama diye çevirebiliriz ama kapsamını genişletebilmek için, Sayın Platini’nin inisiyatifi ile Fair Play’in adını “Saygı-Respect” olarak değiştirdik.

NG: Futbolda “Saygı” neyi ifade eder diye sorsam?

ŞE: Oyunun kurallarına; rakibe; takım arkadaşlarına- itme, kalkma, bağırma, çağırma yok; hakemlere; yöneticilere saygı; yöneticiyse, herkese saygı; topluma, medyaya saygı…

Özetle “saygı” kelimesinin altına tüm değerler toplandı. Euro 2008 sırasında Basel Hilton’da, bir medya ordusunun karşısında bunu bir kampanya olarak lanse ettik; konuşmayı Platini’nin yerine ben yaptım. Çok benimsendi. Hakemler de özellikle destekledi. Zaten saymadığınız bir insanı sever misiniz? Saydığınız için seversiniz.
Böyle bir girişimin başında olmak beni çok memnun ediyor.

NG: Unutulmuş değerlerimizden karşılıklı “Saygı ve Dürüst Oynama”nın Türk futbolunda genel bir davranış biçimi olarak benimsenebilineceğine inanıyor musunuz?

ŞE: Davranışlar her zaman değişebilir; uzun vadede bile olsa.
Konu açılmışken “Kültürlerarası Değişim-Intercultural Exchange Program” çerçevesinde Lichtenstein’da Euroschool 2008’i noktaladık. Bu projede 53 ülkeden, 15–16 yaşlarındaki öğrencileri kamplarda topladık; İzmir’den de Milli Eğitim Bakanlığı’nın seçtiği Türk öğrenciler geldi. Onları Avusturya, İsviçre’den sonra Lichtenstein’a getirdik ve kapanışta kızlı-erkekli turnuva yapıldı.
Dolayısıyla “sosyal sorumluluk” kavramını yerleştirmeye yönelik çalışmalar hem FIFA’da ve hem de EUFA’da ağırlık kazanıyor. Projenin diğer bir parçası da “Win in Africa with Africa” sloganıyla 2010 dünya şampiyonasında Güney Afrika’yı desteklemekti. Bunun için Afrika’ya 53 ülkenin futbol oynayabileceği, yapay çim sahalı, uygun stadyumlar yapılması için maddi destek sağlandı.

NG: Peki uygun stad bakımından Türkiye’de durum nedir? Örneğin festivaller şehri Antalya’da şampiyonlar ligi oynanabilir mi?
Anadolu’da futbol nasıl gelişebilir?

ŞE: İstanbul dışındaki illerde durum Afrika’dan pek de farklı değil. Antalya turistik ama futbol bambaşka… Uluslararası standartta bir stad tabiiki şart. Antalya’da Belediye Başkanı Menderes Türel’in rolü çok büyük oldu. Kayseri’yi de örnek verebiliriz. Kayserispor’un onursal başkanı ve aynı zamanda Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki 30.000 kişilik, uluslararası standartlara uygun Kadir Has Stadını yaptı.
Stadların Anadolu’ya yaygınlığı bizde daha yeni, yeni gündemde.

Bir de Şeysel Adalarından örnek verelim. İlk stadı FIFA olarak bizim yapmamız o kadar özendirici oldu ve özellikle kız-erkek gençlerden o kadar çok talep geldi ki, bir arsa da devlet verdi ve uluslararası normlarda 2. bir stad daha yapıldı.

Bu şunu gösteriyor: sosyal sorumluluk kapsamında, doğru bir projeyle tesis götürürseniz, yalnız futbolu değil, tüm siyasi otoriteyi, devleti harekete geçirebiliyorsunuz. Çünkü “gençlere ve gençliğe” yatırım yapıyorsunuz.

NG: “Futbola yatırım, gençliğe yatırımdır” dediniz. Futbol başka nelere kadir?

ŞE: Üyemiz olan 208 ülke var; Birleşmiş Milletler’in (BM) eski genel sekreteri Kofi Annan 2006’da Almanya’nın final günü Güney Afrika’nın lansman toplantısında, “FIFA’yı çok sevdiğim halde, işbirliğinizi çok kıskanıyorum; sizde 208 iken, BM’de sadece 195 ülke var” demişti.

Futbolun neye kadir olduğunu ve siyasi otorite ile ilgisini Türkiye-Ermenistan maçında da hep birlikte yaşadık.

Tabii futbolun da bazen başaramadığı işler oluyor; özellikle de spora politika karışırsa… 2008 Avrupa şampiyonasına talip olduk ama kazanamadık, biliyorsunuz. Bir öncekinde herkes elendi, İsviçre’li üye ile ben kaldım ama İsviçre-Avusturya’ya kaybettik.
2012’ye Yunanistan’la beraber girmek vardı, istemediler; onlar 2 oy, biz 6 oy aldık ve her ikimiz de kaybettik. Co-host olarak Ukrayna-Polonya 7 oy aldı.
Bu tarihi bir derstir; Yunanistan ile birlikte olunsa, her iki ülke de kazanmıştı.
Bunun üzerine ben de hayatımda ilk defa olarak bir Yunanlı televizyoncuya, “İçerde oy veren arkadaşların tamamen politik davrandılar” dedim.

Umarım Futbol Federasyonu 2016’daki Avrupa Şampiyonasına talip olur. Ancak unutulmamalıdır ki yalnız İstanbul ile bu yarış kazanılamaz; futbol, Olimpiyatlarla karıştırmamalıdır. Kayseri’de, Antalya’da, Trabzon’da, Adana’da kriterlere uygun stadlarımızın da bu arada tamamlanmış olmaları ve bu çabanın Türkiye sathına yayılmış olması şarttır. İzmir gibi bir kentte, bırakınız doğru stadı, süper ligde oynayacak takımlar bile hala yok.

Unutulmamalıdır ki, Avrupa Şampiyonası kente verilmez; ülkeye verilir.

NG: Futbola genç kızlarımız nasıl bakıyor?

ŞE: Hep bir iddiam vardır: Sporu okullara sokmadan bu iş olmaz…
Federasyon yeni bir projenin çalışmalarına başlamıştı: Herkes İçin Futbol (HİF). Bu FIFA’daki “Football for All”un Türkiye’ye adaptasyonu. Bu girişim geliştirilir ve gerçekten futbol olarak okullara sokulabilirse, bu iş hallolur.

Türkiye’de Bayanlar Futbolunu da güçlüklerle ilk kuran ben oldum. Şu anda FIFA ve UEFA’da 17 yaş altı kadın takımı var; yaş sınırı önemlidir.
Dünyaca ünlü, Alman Milli Takımının yetenekli kaptanı, gol kraliçesi Bridget Prince olsa, belli bir yaştan sonra hiçbir şey olmaz.
Bakıyorum da, bugün Almanya’da, Hollanda’da artık bir sürü Türk asıllı, yetenekli genç kızımız top oynuyor. İşte bu potansiyeli bulup, sahaya çıkartmak lazım!

Niçin Eczacıbaşı Voleybol takımı hep şampiyon oluyordu; çünkü okullardan geldiler.

NG: İstanbul Olimpiyatların sürekli adayı… Pekin Olimpiyatları’nda ise ülke olarak döküldük.
Bir spor adamı olarak bu başarısızlığı nasıl yorumladınız?

ŞE: Bana göre Olimpiyatlardaki başarısızlığımızın sebepleri şöyle:
Birincisi, okullardan sporcu yetiştirme sistemi Türkiye’de hala oturtulamadı.

İkincisi, son 10 yıldır çok fazla “devşirme”ye dönüldü; bir başka deyişle, Türk orijinli olsun olmasın, dışarıdan sporcu ithal ettik. Tabii ki Elvan Abeylegesse’den gurur duyuyorum, o başka. Ancak, bizim yetiştirdiğimiz bir sporcu değil.

“Hazıra konmak illeti” Naim Süleymanoğlu ile başladı ve devam ediyor.

Üçüncü sebep, sporcu yetişmesi için antrenörünüzün de hazır olması gerekir;
Siz o antrenörü de yurtdışından getiriyorsunuz!

Kurumsallaşamıyor; planlı, programlı bir çalışma yapılmıyor.

Bir hususa daha parmak bakmak isterim. 2012 Olimpiyatları Londra’ya gitti ve
2016’yı nasıl olsa İstanbul’a vermezler diyerek, ilk defa yıllar sonra olimpiyatlara talip olmuyoruz. Gerçekçi olsa dahi kötümser havaya hiçbir zaman girmemek ve iletişimi açık tutmak lazım.

NG: Çıtayı yüksek tutmak istemeliyiz, bu doğru ama İstanbul’un altyapısı bir Olimpiyatı kaldırabilir mi? Paris kaybettikten sonra, İstanbul nasıl kazanabilir?

ŞE: Hayır, İstanbul hazır değil. Tüm şehre yayılmış bir metro ağı olmayan bir kentin kazanması mümkün değil. Böyle metrobüsle falan olmaz; toplu taşımacılık sistemini oturtmak şart. Sarıyer’den binip, Avcılar’a 15 dakikada gidebilmelisiniz.
Bir örnek verelim: Yönetim Kurulu’nda olduğum için UEFA kupasının Saraçoğlu Stadında yapılmasını aldık. Tabii ki bu stadla Fenerbahçe Türk futboluna büyük bir hizmet yaptı; kısa bir zamanda orayı yoktan, var etti. Ama orada bile hala eksiklikler var; park yeri ve medya tribünü sorunlu, engelliler için giriş-çıkış neredeyse imkansız…
Engellilerin rahatlığının düşünülmediği bir Olimpiyat organize edilebilir mi?

“Bazı şeyleri nasıl olsa sonradan yaparız” ile Olimpiyatlara talip olunamaz.

NG: Futbol ciddi bir “endüstri” dalı haline dönüştü. Transferlerin ardı kesilmiyor.
Yabancı antrenörlerin biri gelip, öteki gidiyor; sonu gelmeyen eleştiriler, bıktıran bir sürü polemik… Tüm bunları nasıl yorumlarsınız?

ŞE: Yabancı antrenörler o günün koşullarında takımları şampiyon yapmak için getiriliyorlar. O kişinin altyapıyla ilgilenecek, öz kaynaklarına gidecek, futbolcu seçecek veya başka kulüplerden gözleyecek ne zamanı, ne de olanağı var. Dolayısıyla birilerine fikir danışmak zorunda.
Yabancı hocaları olan kulüplerimizde bilgi eksikliği de var; altyapı ile ilgilenmek hocaların görevi değildir. Onlar ancak ülkeyi, takımı, kenti tanırlar; bu herkesin kabul etmesi gereken bir gerçektir. Hocanın hedefi bellidir: şampiyonluk. Bu olmazsa, zaten gider. Dolayısıyla istikrarsız bir üst yapı olunca, alt yapıya sıra dahi gelmiyor.

Son senelerde futbol “daha fazla iş – more business” oldu. Endüstriyel futbol, sponsorları ortaya çıkardı; örneğin 1996’da kurulan superlig havuzu. Böylece kulüplerin, liglerin yaşaması sağlanıyor. Spor Toto, İddia, Ürün satışları (Merchandising)dan da gelir sağlanıyor. Kulüplerin yaşaması kendilerinin dışındaki kaynaklara da bağlıdır.
Hatta “Kulüplerin fabrikası” diye tanımlayacağım stadyumların sineması, oteli, lunaparkıyla gelir getirici bir bütün, adeta bir yaşam merkezi sunmaları gerekir.
Ancak bu şekilde büyük bütçeler ortaya çıkar ve transferler yapılabilir.

NG: Yabancı futbolcu transferleri hakkında neler söyleyebilirsiniz?

ŞE: Kulüplerimiz bence bu konuda her zaman doğru hareket etmiyorlar. Transferler konusunda yeteri kadar inceleme yapıldığını düşünmüyorum. İnceleme yapabilmek için sezon içinde dolaşan –scouting – denilen, o işten anlayan, araştırma yapabilen bir sürekli kadronun oluşturulması gerekir. Ligler oynanırken dolaşıp bir takım futbolcuları mimlemeleri lazım. Bunlar yapılmadığı gibi, bizim maalesef Avrupa’da çok başımızı ağrıtan “menajer”ler dediğimiz bir grup var ki bunların büyük bir çoğunluğu “vur-kaç” politikası uyguluyor.
Futbolcu komisyoncuları olan bu menajerler, sattığı kulüpten para aldıkları gibi satan kulüpten de, futbolcudan da komisyon alıyorlar! Dünyada böyle başka bir meslek yok!

NG: Türkiye’deki kulüpler ne ölçüde kurumsal?

ŞE: Profesyonel kadrolarla çalışmadıkları için, kurumsallaşamıyorlar. Bugün başkanlar ne derse, o oluyor; aynı siyasi partilerdeki gibi. Başkan görevi profesyonellere delege etmeli ve kendisi sorumlu olarak yönetim kuruluna rapor vermelidir.
Önce kafada şirketleşmelidir. Hesap sorulabilmelidir.

Teşekkürler Sayın Şenes Erzik.

Bir Yorum Yazın