Şakir Eczacıbaşı

Yıllarca tanıtım ve halkla ilişkiler alanında çalıştım. Ta 80’li yıllarda Türk Tanıtma Vakfı’nın kurucu üyesi oldum. Türkiye Halkla İlişkiler Derneği’nde yıllarca Sekreterlik görevini yürüttüm. Çalıştığım tüm (yabancı) kuruluşlarda ve yurt dışında yaşarken daima Türkiye’nin tanıtım elçisi şapkasını taktım. Katıldığım toplantılarda bana, “Bir ülkenin, tanıtılmasında en önemli rolü ne oynar?” diye sorulduğunda hep aynı cevabı veririm: “İtibar”. İtibar ise özellikle sanat ve kültüre yatırım yapan, sanat ve kültürünü ülke dışına taşıyan, dünyaya varolmuş değerleri üreten ve bunları koruyan ülkelerin, kurum ve kuruluşların hakkıdır. Bu tanıma en çok uyan kuruluşlardan biri benim de yakından tanıdığım Eczacıbaşı’dır. Büyük vizyoner Dr. Nejat Eczacıbaşı’nın önderliğinde İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı kurulmuş; onun ölümünden sonra bayrağı 30 yıllık kariyerimdeki ilk mentorlarımdan Şakir Eczacıbaşı devralmıştır. Bugün bu değerli mirasın bayrağını Bülent Eczacıbaşı taşımaktadır.

Eski tabirle tamtamına nev-i şahsına münhasır, çok sevdiğim, saydığım, mentorum Şakir Eczacıbaşı ile ölümünden çok kısa bir süre önce aşağıdaki röportajı yapabilme şansını yakaladım ve sitemde sizlerle paylaşmak istedim.

Nilgün Güresin sordu; Sayın Şakir Eczacıbaşı yanıtladı.

Nilgün Güresin: Sanayici olmak varken, niçin sanat?

Şakir Eczacıbaşı: Ben Robert Kolej’den sonra Londra’ya gittim. Baba mesleği olan Eczacılık okumak için gönderilmiştim.
Babam Ferit bey Ege Bölgesinin ve İzmir’in ilk Türk eczacısıydı. İzmir o zamanlar Osmanlı Devleti’nin en zengin kentlerinden biriydi. Hollandalısı, Almanı, İngilizi, yani tüm Frenkler İzmir’e ilgi duyar, orayla iş yaparlardı. Dolayısıyla İzmir her ne kadar “bir sömürge” halindeyse de, yabancıların etkisiyle çok da gelişmişti. O zamana dek Ermeniler, Rumlar ve Yahudilerin monopolünde bir meslek olan eczacılığa Ferit bey de Şifa Eczanesini kurmakla adım attı.
Eczaneyi kurmakla da kalmayıp, bir Berlin seyahati sırasında Bayer’in bir küçük boya dükkanından, ilaç şirketine dönüşümünü görünce, “Ben eczaneyi kurdum, oğullarım da ilk Türk ilaç fabrikası kuracaklar” diye tutturmuş.

NG: Girişimciymiş demek ki Ferit bey de, vizyonermiş, tutkuluymuş…

ŞE: Evet, Ferit beyin tutkusu şuydu: Türk ilaç sanayiinde “ilk” olmak.
Biz 6 erkek kardeştik ve babam, Nejat beyin (Eczacıbaşı) önderliğinde hepimizin kesinlikle bu alana girmemizi istiyordu.
Ben ise eczacılığa hiç ama hiç ilgi duymuyordum. Londra’da bunalmaya başlamıştım ve hem ailede ve hem de bende stres yaratacağını bile bile, bitirmeye 1.5 yıl kala okulu bıraktım ve Türkiye’ye geri döndüm.

NG: Şakir bey, çok sevdiğinizi bildiğim Londra’yı bırakıp buralara geri dönmeniz için sizi ülkeye çeken başka birşeyler olmalıydı. Sanat aşkı mıydı?

ŞE: Herhalde.
Ahmet Emin beyin (Yalman) isteği üzerine Özcan Ergüder ve Tunç Yalman’la birlikte Vatan Gazetesinde Sanat Ekini yapmaya başladık. O günlerde Sanat’a ilgi hiç de az değildi. Varlık, Yedi Tepe gibi dergileri; gazetelerde tiyatro, sinema eleştirilerini okurduk.
Ben o sırada Hamlet’i oynayan Nur Sabuncu ile evlendim. Bunun üzerine Nejat bey, “Artık evlendin ama paran yok, gel istersen bizde çalış, bir dene” deyince Levent’teki İlaç fabrikasında (bugünkü Kanyon) çalışmaya başladım.

NG: Giriş o giriş oldu değil mi?

ŞE: Aslında öyle. O dönemde Alman asıllı Dr. Wos, ilaç fabrikasının reorganize edilme işini bitirmiş, ülkesine geri dönüyordu. Nejat bey, “Yerine kimi geçirelim?” diye sorunca Dr. Wos, “Kesinlikle Şakir’i getir; yoksa başın belaya girer demiş”. Bu tavsiye benim de gururumu çok okşamış olmalı ki, işten tam çıkmak üzereyken, kaldım.
40 küsur yıl…

NG: Sanatı hiç bırakmadınız ki; fotoğrafçılık devam etti; kültür filmleri yaptınız; Sinematek’i kurdunuz ve derken, san’at, Eczacıbaşı kurum kimliğinin ayrılmaz bir parçası oldu…

ŞE: Evet, Sabahattin Eyüboğlu ve Fransız yönetmen Pierre Biro ile birlikte Anadolu’yu yansıtan Türk kültür filmleri yapıyorduk. “Renk Duvarları” Avrupa Konseyi’nde ve birçok festivalde birincilik ödülü aldı. 1965’de Sinematek Derneği’ni kurduk. Ben Başkan, rahmetli Onat Kutlar (Bu güzel insanı burada sevgiyle analım – NG) Genel Sekreterdi.

NG: Sinematek’in kuruluşu İstanbul’da adeta bir Rönesans etkisi yaratmıştı denir.
Sansüre çok takılıyorum ve yeri gelmişken değinmeden edemeyeceğim. Türkiye’de zaman zaman da olsa, düşünceye, haber alma özgürlüğüne hala sansür uygulanabiliyor. İşte YouTube’un başına gelenler. Beğenirsiniz, beğenmezsiniz ama site 6 aydır kapalı. Hâlbuki düşünceyi hiçbir şey engelleyemez ki; yasaklar bile…

Kuşkusuz, 60’lı yıllara geri dönüp baktığımızda bugün Türkiye’nin çok yol aldığını da görmüyor değiliz. Tabular sorgulanıyor, hatta yıkılıyor. Bunun için de başkaldırıcı girişimlere ve savaşçı ruhlara her zaman ihtiyaç var. Yoksa bazı 3. dünya ülkeleri gibi dünyaya kapalı, tek boyutlu, sanat ve kültür alanında ise hala güdüktük.

Bu “sanat için sanat yapmış, gavur icadı, hatta uçuk” Sinematek filmlerinin Türkiye’ye gelmesini nasıl sağladınız? Sansür, tutuculuk, bürokrasi engellerini nasıl aştınız?

ŞE: Sinematek’in kuruluşu sırasında büyük olaylar, kavgalar oldu. Ama gençlik büyük ilgi gösterdi. Salonlar tıkabasa dolardı; yer bulunmazdı. Kısıtlamalara böylece göğüs gerebildik; bu aşırı talep gücümüze güç kazandırdı.
O yıllarda Türk sanatı henüz dışarıya açılmamıştı. Bir avuç batı dünyasını görmüş insan dışında hiç kimse, hiç bir şey bilmiyordu; ne yönetmenleri tanıyorlardı; ne de filmleri. Filmler, “Gary Cooper’ın filmi, Marilyn Monroe’nun filmi” gibi starların adları ile söyleniyordu ve gösterilen filmlerin %95’i Amerikan ticari sinemasının ürünleriydi. Üstelik ucuz olsun diye bu filmleri biz Türkler 5–6 yıl sonra görebiliyorduk, hatırlarsın.
Sinematek 10 yılda belgesel ve kısa filmler dahil, 50–60 ülkeden, 2000 dolayında film gösterdi.

NG: Gençliğin gösterdiği bu ilgi, bu açlık kurucularına müthiş bir ivme kazandırmış olmalı. Birçok Türk yönetmeni Sinematek’den yetişti bile diyebilir miyiz?

ŞE: Zaten biz de orayı bu amaçla kurmuştuk: Türk sinemasının gelişmesini istiyorduk.
Sinematek, bibliyotek’den gelir. Siz şayet edebi klasikleri bilmezseniz, okumamışsanız, bir Tolstoy’u hayatınızda elinize bile almamışsanız, sizin edebi bilginiz ve görgünüz ne kadar sığsa, sinemada da bu böyledir. Bunu bana Paris’de Sinematek’in kurucusu Henri Langlois söylemişti. “Büyük ustaların filmlerini halka göstermek size düşer ve ben her türlü yardımı yapmaya hazırım” demişti.

NG: Kültürel miras anlayışı, bilinci de böyle mi gelişir Şakir bey?

ŞE: Evet.
Bak, biz ta Tanzimat’dan itibaren batıya yöneldik. Bu açılım etap, etap genişleyerek Cumhuriyet’le bir devlet politikası haline dönüştü. Ama unutulmasın ki, bütün sanatların temeli de batıydı. Romancılığın batıda her zaman büyük bir geçmişi olmuştu. Biz eskilerde öyle kolay, kolay, büyük, önemli romanlar, tiyatro eserleri yazmamışız. Böyle bir geçmişimiz, geleneğimiz yoktu. Türk geleneğinde her zaman bir tek şiir vardı ve şiirde iyiydik. Halk şairlerimiz, âşıklarımız vardı.

NG: Koskoca bir imparatorluk olmasına rağmen Osmanlı’daki eğitimsizlik ister istemez yazılı edebiyat yerine sözlü edebiyatı geliştirmiş değil mi?
Geçmişte Osmanlı ile ilgili yazılmış örneğin tarih kitaplarına bakınca birçoğunun o yıllarda sınırlarımız içinde görev yapan diplomatlar, misyonerler, gezginler veya batılı tarihçiler tarafından yazıldığını görürüz.
Tabii yazı dilinin Arapça olmasının da burada çok etkisi olmuş. Ayrıca İslamiyette görsel sanatların yüzyıllarca tabu oluşu. Diğer dinlerde de tabular yok değilmiş ama onlar zincirleri daha erken kırmışlar.

Bizde ise neyseki güzel türkülerimiz, şiirlerimiz sayesinde “halk edebiyatı kültürü” gelişmiş ve bir ölçüde yaygınlaşmış.

ŞE: Evet, bizdeki şiirler ta halk sanatından gelen bir gelenekti.
Filmin, sinemanın ise hepimiz için şöyle bir avantajı vardı: zaten Avrupa’da da önemli bir geçmişi yoktu. Onun için ben Türkiye’de filmin gelişeceğine hep inanmıştım.

Bize şiir dışındaki tüm sanatlar, heykel, resim, roman, hep Avrupa’dan gelmiştir. Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi amaç da zaten batı kültürünü örnek almaktı. Ama sırtımızda böyle batılı bir geleneğimiz olmadığı için bugün dahi bizi gururlandıran kişisel ödüller alınsa da -Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk gibi- batıdaki gibi gelenekselleşmiş olduğu söylenemez.
Unutmamak lazımdır ki gelenekler insanları farkında olmadan doldurur, yapılandırır ve şekillendir.

NG: Çok haklısınız. Çocukluğundan itibaren opera, bale kültürü almış bir birisiyle, evinde sadece arabesk dinleyerek büyümüş bir kişi arasında onun için bu kadar çok kültürel fark oluyor. Aslında her ikisini de keyifle dinleyebilmeli.
Sinemaya dönelim mi?
Geçen haftaki konuğum Sayın Atilla Dorsay’ın da söylediği gibi son 10–15 yıldır Türk sineması müthiş bir sıçrama yaşıyor; uluslararası ödüller alınıyor ve hatta tarihimizi sorgulayan filmler yapılıyor.

ŞE: Sinemayı diğer tüm sanat dallarının dışında değerlendirmek gerekir. Zira biraz önce değindiğim gibi batının da bu konuda fazla bir geçmişi yoktur; sinema sadece 100 küsur yıllık bir buluştur. Ve doğrudur Türkiye’de sinema çok ciddi gelişme göstermiştir.
Fotoğraf da aynı şekilde. Ben bu ikisine de her zaman çok önem verdim.

NG: Fotoğraf ve resim… Nasıl bir akrabalıktır?

ŞE: Fotoğraf tabii ki resimden etkilenmiştir ama bir sürü huyu, tarzı biçimi resmin tersidir.
Bir ressam diyelim ki bir şeyden etkilenir; resme başlar; günler, bazen aylar geçer. Kolay değildir bir resmi bitirmek; bitiremediği de çokça olur. Hatta,”Yetti artık der, bırakır”.
Fotoğrafçı için olay bir şipşak’dır. Saniyelerle yaşar; gözü bambaşka çalışır.
O an ya vardır, ya da yoktur. Sizin fotoğrafınız da ya vardır, ya da yoktur.
İkisi de görüntü sanatıdır, ama birbirine hiç de yakın değildir.

NG: Bir taraftan bir ilaç fabrikasını yönetir, diğer taraftan da genç fotoğrafçıların tanınmasına olanak sağlayan o güzelim yıllık Eczacıbaşı Ajandaları yaratırdınız. Binlerce fotoğraf bizim halkla ilişkiler bölümüne gelir, masaların üstü resimlerle dolardı. Ne kadar da zordu aralarından seçim yapabilmek…

Sanatla, işadamlığını nasıl bağdaştırabildiniz?

ŞE: Her ikisini de yan yana ve doğru kullanarak.
Ajandaların yapımında iki amacım vardı: Dünyada bir tek Türkiye’de olan, 200’ün üzerinde kültürün beşiği Anadolu’muzun zenginliklerinin öğretilmesi; ikincisi de Ara Güler’in öncülüğünü yaptığı, Anadolu kültür ve sanatına yönelmiş yeni kuşak fotoğrafçıların tanıtılmasına araç olmak. Ben de o sırada fotoğrafçıydım ve tüm sorunları yakinen biliyordum.
(Bakınız NG Ara Güler Röportajı)

Öyle konular seçelim ki dedim, ajandayı kullananlar 12 ay önlerinde Anadolu kültürünü görsünler; Türkiye’ye ait kalıcı bir belge sunmuş olalım.
Bize gelen binlerce fotoğrafın içinden sadece 54 adedini kullanabilirdik. Ama her yıl 30.000 ajanda basar, yılbaşında dağıtırdık.

NG: Fotoğraf İstanbul’a nasıl gelmiş?

ŞE: Birçok başka konuda olduğu gibi İstanbul’a azınlıklar vasıtasıyla gelmiş ve çok parlak dönemleri olmuştur. Beyoğlu’ndaki Abdullah Biraderler, Sabah, 19. yüzyıl sonlarında Avrupa’nın en iyi fotoğrafçıları olmuşlardır. 20. yüzyılın başlarında Beyoğlu’nda sayıları 30’u bulan fotoğraf stüdyosu varmış. Kontların, prenslerin portrelerini onlar çekerlermiş.
Sonra arada bir boşluk var. 1960’larda benim de aralarında olduğum genç kuşak fotoğrafçılar yaşadıkları çevrenin keşfine çıkar ve Anadolu’ya açılırlar.

NG: Anadolu’yu keşfettiniz; dünyayı gezdiniz, gördünüz, fotoğrafladınız. Sizi hangi dünya kentleri heyecanlandırır?

ŞE: Belki orada yaşamış olduğum için Londra. Her şeye rağmen Paris… Ben çok sevdiğim için değil ama başka hiç bir kentin İstanbul’a yaklaştığını bile düşünemiyorum.

NG: Bugünkü İstanbul’un yaşam kültürü hakkında neler söyleyebilirsiniz?

ŞE: Genellikle şu söyleniyor: Bir zamanların müthiş, güzel İstanbul’unu bugün Anadolu’nun istila ettiği; bir sürü sorunlar yumağı içinde, perişan olduğu…
Bu tam doğru değil. Eski günleri öğrenmek için o eski dönemlerin fotoğraflarına bakmalıdır.
Biz tabii büyüklerimizin hikâyeleriyle büyüyoruz. Bu laflar Maçka, Erenköy, Suadiye, Nişantaşı ve Ayazpaşa ile ilgilidir. İstanbul’un öyle fotoğrafları vardır ki Sultanahmet Meydanı, Sirkeci ve hatta Pera (Beyoğlu) da bile insanlar, çocuklar çıplak ayaklı, yırtık, pırtık giysiler içinde, perişandır. Sokaklarda köpekler, develer gezer. Bir facia tablosudur.
Belge bunun için önemlidir işte. Bunları sadece dinleseydik ve bu fotoğraflar olmasaydı, söylenenlerin doğru olduğunu zannederdik.
Hatta İstanbul’un bir zamanlarki yeşilliği bile laf! O zaman ısınmak için Boğaz tepelerindeki tüm odunlar kesilirmiş ve tepeler bomboşmuş.

NG: İstanbullu kimdir? İstanbul hangi kültürün başkentidir?

ŞE: Elbette bir İstanbul kültürü de var (dı). Üsküdar, Maçka, Nişantaşı, Suadiye… Bunlar İstanbulluların olduğu yerlerdi. Hatta “İstanbul beyefendiliği” tabiri bile vardır. Gerçek İstanbullular bugün yalılarda, köşklerde otururlar, batı dünyasına açıktırlar, batıyı bilirler. İncelmiş, ilginç yaşantıları olan insanlardır.
Ama bazıları halktan tamamen kopuk, kendi aralarında yaşarlar.

Tabii şu da var. Karışa, karışa artık pek kimsenin gerçek İstanbulluluğu da kalmadı. Dolayısıyla bugünkü İstanbul, bir zamanlar hem klasik Türk müziğinin en ince makamlarının ve hem de klasik batı müziğinin en önemli bestecilerinin eserlerinin çalındığı bir yer iken, müziğin müthiş değişimini de kabullenmiş, rock’dan, rap’a herşeye açık, farklı bir kent artık.
Lahmacun ve kebaplarla yaşayan bir mutfak kültürü de var maalesef. Pandelli, Abdullah gibi bir zamanların ince ve sofistike İstanbul lokantalarını bulmak artık mümkün değil.

NG: İki İstanbul mu var?

ŞE: Evet, aynen öyle. Ama bir yerde birleşmişler ve işte İstanbul’un zenginliği de burada.
Kaldı ki eskide de yaşayamayız. Ben ki İstanbulluların, İstanbullu yazarların arasında yetiştim… Bugün karşımda daha demokrat bir İstanbul var.
Şöyle bir örnek vereyim: Bizler bir genç kızın, bir hanımın yanına salavatla yaklaşırdık. Şimdi çıkın şöyle bir bakın. Gençlik her tarafta; Beyoğlu’nda akıyor. Birbirine sarılmış gençler; öpüşen gençler; coşkulu gençler. Gece yarılarına kadar İstanbul’u yaşıyorlar.
Birçok gelenekleri kırmışlar. Konuşuyorlar, bağırıyorlar, protesto ediyorlar.
Başkaldırıyorlar. “Ahlak”, “ayıp” da göreceli kavramlardır ve çağa göre değişir.
Bunlar çok iyi gelişmeler.

NG: Çağın gerekleri diyorsunuz?

ŞE: Elbette… Ölçümüz daima çağa göre olmalı.
Osmanlı yönetimi başarılı mıydı, değil miydi? diye sorgularken de… Çağına göre çok ama çok başarılıydı. Ama bugünden geriye bakarken, yahu gidiyor bütün ülkeleri alıyor; ulusların canına okuyor da diyebilirsiniz. O zamanın başarısı büyük imparatorluk olmak ve onu korumaktı.
Ondan sonraki başarısının ölçüsü ulusal devletin başarısıdır. Bugün ise tabii ki ölçü demokrasi, insan hakları, düşünce özgürlüğü boyutundaki başarılardır. Her ne kadar insan hakları meselesinde hala epeyi geri isek de bugünün Türk gençliği batıya açılmış, bir ölçüde haklarını koruyan, mitingler yapan, bayraklar açıp, bağıran, çağıran bir topluluktur.
Eski baskıların yerinde yeller esiyor.

Ben söyleyince çok kızanlar oluyor ama gerçek şu ki bugünün İstanbul’u çağımıza bundan önceki dönemlerden çok daha fazla uygundur. Bu bir bakıma da daha güzel bir İstanbul’dur. 18 milyon insanın yaşadığı İstanbul bugün eskisinden daha yeşildir.
Halledilememiş en önemli sorunlardan biri ise trafiktir.

NG: İstanbul’un, hatta Türkiye’nin dışa açılımında İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV–1973) rolü yadsınamaz. İKSV, Dr. Nejat Eczacıbaşı’nın İstanbul’a bir armağanıdır. Bir hayalin gerçeğe dönüşmesini, çıtayı her yıl biraz daha yükselterek bugün uluslararası boyutta rekabet ediyor olmasını gördük.
Chick Korea’dan, Miles Davis’e, Mario Frangoulis’e dek birçok başka olağanüstü sanatçı, orkestra ayağımıza geldi; hayatımıza girdi, giriyor. Müziğin yanında, film festivaline gelen filmleri kaçırmamak için, işten koşarak çıkıyor, bir filmden, ötekine son hızla gidiyoruz…

Üstelik bugün İKSV sadece bir festivalin organizatörü değil; Türkiye’nin uluslararası sanat alanında tanıtımı yönünde de projeler yapıyor.
Temmuz 2009’da Paris başta olmak üzere, Fransa’nın birçok önemli kentinde “Fransa’da Türkiye Mevsimi Festivali” yapıldı. İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür başkenti olmasında da İKSV öncü kurumlardan.
İKSV’nin çalışmalarından biraz daha söz edelim…

ŞE: İstanbul gerçekten bir Festivaller şehrine dönüştü. Cümbüş İstanbul… Şu sıralarda İKSV’nin 28. Uluslararası Film Festivali var; daha sonra Caz ve Klasik Müzik Festivalleri gelecek… Her gün, her gece yeni bir etkinlik…

Bir müzik festivali olarak başlayan Uluslararası İstanbul Festivali sadece kendini aşmakla kalmadı, sınırlarını aştı. Sinema, tiyatro, bienal ve caz’ı da bünyesine kattı ve sonra da Türkiye’nin ülke olarak Avrupa’ya açılmasını sağladı.
İKSV 2003 yılında Avrupa Büyük Kültür Ödülüne layık görüldü ve Türkiye, henüz Avrupa Birliğine girmeden sanat’ı ile Birlik üyesi oldu. “Biz henüz Avrupa Birliği üyesi değiliz; bu ödülü nasıl alabildik?” diye sorduğumda, “O siyasilerin işi; siz bizim için Avrupa’sınız” demişlerdi.
İKSV’nin asıl kurulma amacı şuydu: Sanatları ve sanatçıları Türk halkının ayağına getirmek. Bu iş kitaplardan okuyarak olmaz demiştim ya!
Türkiye’nin dünyaya açılmasına, dünya ile bütünleşmesine ve tüm sanat türlerinin bizim ülkemizde de gelişmesine bir festival yoluyla katkıda bulunalım istedik.

NG: Konserlerin, filmlerin her yıl hıncahınç dolması bizim kendi türümüz dışındaki sanatlara olan ilgimizi ve hatta açlığımızı da gösteriyor. Artan talep dünyanın sayılı virtuozlarını, şarkıcılarını Türkiye’ye getirmeyi sağlıyor. Bu etkinliklerde genç yaş grubu da hedef alınıyor ancak gençlerin gelir düzeyleri genelde kısıtlı ve biletlerin pahalı olduğu yönünde düşünceler var.
Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

ŞE: İKSV bir Vakıftır, biliyorsun; mali konular çok önemlidir. Bilmeyenler için söyleyeyim, Vakıf, satılan her bir biletin 3 katı kadar yatırım ve katkıda bulunmaktadır. Türkiye’ye en seçkin orkestraları, sanatçıları getiriyoruz; bunların maliyeti müthiş yüksektir. Bir New York Flarmoni Orkestrasının biletleri New York’da 130 dolara satılırken, biz de 35 dolardır.
Bizde de 130 dolar yapılsa, sadece zenginler gelebilecektir.
Festival etkinliklerini tümüyle halkımıza mal etmek istediğimiz içindir ki, her bir bilete 3 kat yatırım yapıyoruz.

NG: Sponsorlar vasıtasıyla tabii…

ŞE: Elbette. Türk sponsorlardan, şirketlerden, Avrupa’dan ve çok yeterli değilse de kamudan aldığımız desteklerle ancak yürüyor.

NG: Batıda kamunun yani kültür bakanlıklarının, belediyelerin sanat ve kültüre katkısı çok büyüktür.
Türkiye’de kamu desteği yeterli değil dediniz, niçin? Sanatın gelişmesine, halka inmesine hangi Kültür politikası karşı olabilir ki?

ŞE: Bu kadar önemli işler yapmamıza rağmen aldığımız kamu katkısı hala çok azdır.
Bırakalım rakamlar konuşsun… Dünyanın en önemli festivallerini gel karşılaştıralım: Türkiye’de yerel yönetimlerin festivallere katkı oranı %1; toplam kamu katkısı ise %7; Edinburg’da %33 ve % 63; Hong Kong’da %13 ve % 63…
Dünyayı Türkiye’ye getirmek istiyoruz ama işte rakamlar ortada…

NG: Demek ki duyarlı özel kurum ve kuruluşlar da olmasa festivalden mahrum bile olabileceğiz.
Kamu yöneticilerinin bu rakamları merak edip, size sordukları oldu mu?

ŞE: Atatürk ne demiş: Muasır medeniyetlerin ötesine de geçeceğiz. Bu da sanat ve kültüre sahip çıkmakla olur. Türk gençliği Cumhuriyet’in bu temel ilkesini benimsedi. Türk gençliği meraklı; salonları dolduruyor. Ama işte bugün çoğunluğu genç olan Türk seyircisine batı sanat ve sanatçılarının getirilmesinin bedeli de ortada…
Bernard Shaw ne demiş: Eğer sanat varolmasaydı, dünyanın kabalığına katlanılmaz olurdu.
Bir deyiş de John F. Kennedy’den: Sanatçılar bizi nereye götürüyorsa, oraya kadar gitmeliyiz. O nokta uygarlıktır.

Teşekkürler Sayın Şakir Eczacıbaşı.

Bir Yorum Yazın