Güneş Karabuda

 İsveç’i uzun bir süredir kendisine 2. vatan seçmiş olan değerli belgeselci ve gazeteci Güneş Karabuda’yı İstanbul’a ziyareti sırasında yakaladım.  Neredeyse 60 yıldır seyahatte Güneş Karabuda. Tepe, tepe dünyayı dolaşıyor. Bıkmadan, usanmadan fotoğraf çekiyor, belgesel yapıyor, yazı yazıyor. Düşünüyor.

Onunla yapmış olduğum bu sıcak sohbeti aşağıda sunuyorum.

Nilgün Güresin: Siz belgesel film yönetmeni, foto muhabiri ve gazeteci kimliğinizle dünyayı keşfe çıktınız.

50-60 yıldır, bir çoğumuzdan farklı gözlerle insanları, ülkeleri inceliyorsunuz. Uzun bir süredir 2. vatanınız İsveç’te yaşıyorsunuz. “İsveç’te hakkınızı verirler” diye bir de sözünüz var.

Şayet bir Kuzey Avrupa ülkesinde değil de, Türkiye’de yaşamış olsaydınız hayatınızın, kariyerinizin yönü nasıl olurdu?

Güneş Karabuda: Bu kadar rahat olmazdı. İsveç’te yaşamış olmanın büyük avantajlarını gördüm.
O yıllarda bizim ülkemizde gazeteciler bile çok seyahat edemezlerdi; televizyon da yoktu. Bizim çok çok uzaklara gidip, getirdiğimiz röportajlara yüksek talep vardı ve hemen yayınlanırdı. Ama her yolculuk ciddi ve yoğun bir hazırlık da isterdi; ilişki de isterdi. Dünya bu kadar küçülmemişti; gidilen yerlerde yardım gerektirebilirdi. Bütün bunlar, Türkiye’de olsaydım sağlanamayabilirdi.

NG: Her ne kadar bunu sormak bile acı geliyorsa da, acaba bu kadar üretkenliği bir anlamda yurtdışında yaşamış olmanıza mı borçluyuz?

Üstelik yanlış hatırlamıyorsam, taa 60’lı yıllardan itibaren, kendisi de bir gazeteci olan eşinizin Türkiye’deki iktidarlara yönelik eleştirisel yazıları nedeniyle sürekli takip edildiniz…

GK: Maalesef doğru… 20 küsur sene bizimle uğraştılar. Niçin mi?
Eşim Barbro tarafsız bir gazeteci olarak o dönemin iktidarını eleştiriyordu da ondan.

NG: “Tarafsız gazetecilik” nasıl oluyorda, her ülkede farklı yoruma tabi tutulabiliyor?

GK: Elbette olamaz. Gazeteci, eleştirmeyecek de, ne yapacak?

Barbro’ya, “Vay efendim, siz Türklüğe hakaret ediyorsunuz; siz Türk düşmanısınız” bile dediler. Düşünün ki eşimin, 1957’de yazdığı ilk kitabının adı “Türkiye: İkinci Vatanım” idi. Bu ülkeye hayran olan, çok seven bir insandır o. Ama böyle bir saçmalıkla bizi 20 küsur sene, pasaport ve gümrük kapılarında sefil ettiler, ülkeye giriş-çıkış yaparken daima zorluk çıkardılar. Gözaltına bile alındık!
Yine de olumlu yaklaşıp, demek ki o zamanın koşulları buydu diyerek, hazmetmeye çalıştık.

NG: Bu bir “Haçlı Seferleri” psikolojisi olmasın? Türkiye büyük ve önemli bir ülke ancak bu önemi sanki hala kavrayamamış; ya da konuya şoven yaklaşmaya mı alışkın acaba?
Şu, “tarihimizle yüzleşme” önerilerini bir düşünün. Çoğu maalesef  ithal malı. Bunu başkaları bize söylemeden, hatta dayatmadan önce yapmalıyız, değil mi?
İsveç’le hayali de olsa, bir karşılaştırma yapsak…

GK: İsveç’te böyle hisler yoktur. Öyle bir ülke düşünün ki 250 yıldır savaş yapmamış. Savaş nedir bilmez; o zorlukları da tabii ki yaşamamış.
Herkesin özgür olduğu bir toplumdur. Haklı olduğunuz bir konuda, hakkınızı size verirler.

NG: Adalet kavramı, yani hukukun üstünlüğü de ülkelere göre değişebiliyor, inanılmaz bir şey…Evrensel olması gerekirken.
Bir de coğrafya meselesi var. Komşularınızın kimler olduğu da önemli ama.

GK: Kuzey Kutbuna yakın bir ülke; herhalde iklim de insanları farklılaştırıyor. 6 ay süren uzun kış boyunca adeta karanlıkta yaşıyorsunuz. Soğuk değil ki mesele; öğleden sonra 3’de havanın kapkaranlık oluvermesi… Haftalarca güneş görmüyorsunuz.

NG: İnsanın direncini, zor koşullara uyumunu artıran bir iklim belki de…

GK: Herşeyden önce İsveç çok demokrat bir ülkedir. İsveç’liler insancıldırlar. 60 yıla yakındır orada yaşıyorum, hiçbir kötülüklerini görmedim. Mesleğimde ilerlemiş olmamda İsveç’in yardımını asla yadsıyamam.

NG: Geçmiş dönemlerde politik nedenlerle aydınlar, müzisyenler, yazarlar Türkiye’den kaçarken, bugün de ekonomik nedenlerle pırıl, pırıl gençlerimizi kaybediyoruz. Ne olacak bu işin sonu?

GK: Aynen öyle. Türkiye ana sorunlarını çözmekte çok tembel davranıyor. 10 yıl, 20 yıl önce ele alınması gereken sosyal, eğitimsel ve ekonomik reformlar hala hayata geçirilemedi. Siyaset hala ağır.

NG: 60 yaşından sonra yazarlığa soyundunuz. Kulakları çınlasın Sayın Aydın Boysan gibi…
Açılmanın yaşı olur mu Güneş bey?

GK: Yazmaya başladığım zaman daktilo kullanmasını bile bilmezdim…

NG: Gözlerinizle ve kameranızla yazdınız galiba…

GK: Ne yaptıysam o gözlerle oldu zaten; o gözlerin görmediği kalmadı gerçekten. Ne sefaletler, ne korkunç yoksulluklar ve fakirlikler gördüler.

İlk gittiğim ülkelerden biri Hindistan idi. Oradaki sefaleti başka hiç bir yerde gördüğümü hatırlamıyorum.
Kalküta’ya, iyi yiyen, içen, hayattan zevk almasını bilen insanları bulacağımı umarak gitmiştim. Gidince, gördüklerim iştahımı kaçırdı, yemek yiyemez oldum. Geceleri sokaklar yatakhane haline dönüşürdü. Yatacak yerleri olmayan yüzlerce, binlerce insan geceleri sokaklarda yatıyorlardı.
Ama beni asıl şaşırtan bu değildi. Her sokak lambasının kör ışığının altında, ellerinde kitap, okuyan insanlar gördüm. İşte buydu asıl önemlisi.

NG: İlginç bir çelişki. Yoksulluk, okuma- yazma öğrenmeye ve hatta kitap okumaya mani olmamış.

GK: Tamamen öyle.
Dayanamadım, ne okuyor diye merak edip, gittim sakallı, yaşlı bir babanın yanına. Adam kitabın kapağını gösterdi: Hindistan’ın Nobel ödüllü yazarı Rabindranath Tagore’un bir şiir kitabını okuyordu!.. O sefalet içersinde… Aynı adam sabah olunca, büyük bir olasılıkla ineklerle birlikte lağım suyunda yüzünü yıkayacak.
Müthiş bir şey!

NG: Gerçekten müthiş. Bir yanda kast sistemi; diğer yanda bu örnek.

GK: Bizde hala hayatında eline hiç kitap almamış bir sürü insan var. Fakir olunca kitap okunmaz diye bir şey yok; bu sadece bir zihniyet farkı. Gündüz çalışıyor; gece de gerekirse kandil ışığında okuyor işte Hindistanlı fakir.

NG: İslam dininin yasakladığı resim, heykel gibi bireyin iç ve dış dünyasını apaçık yansıtan disiplinler Hinduizm’de tabu olmamış. Hayata dair, insana dair, tüm dünyasal değerler benimsenmiş.  İşte Kama Sutra; cinsel görseller sunsa dahi aslında dinsel bir epik değil de, nedir?
Siz bunu çözebildiniz mi?

GK: Hayır çözemedim. Şiir okuyan o fakir adam da niçin bu kadar şaşırdığımı anlayamamıştı.
Üstelik yalnız okuduğu için değil, bir de şiir okuyor olduğu için şaşkındım.

NG: Güncel meselelerimizden olan kitap sansürü, film sansürü, oyun sansürü hakkında ne düşünüyorsunuz? Daha geçenlerde yeni bir “Yasak Kitaplar” listesi bangır, bangır yayınlandı. 21. yüzyıl Türkiye’sinde.

GK: Felaket bir şey; böyle bir şey olur mu? Uygar ülkelerde sansür diye bir şey kalmadı. Gene ben İsveç’e dönüyorum: “sansür” dediğiniz zaman, “ne kadar ayıp; o da nedir?” derler. Yapılmış bir emeğe saygısızlık olarak addedilir.

NG: Benim yurtdışında yaşarken seyrettiğim ve aslında kötü filmcilik örnekleri olduğunu da düşündüğüm, ancak ülkemizde gösterime girmesi hala yasak olan Geceyarısı Ekspresi ve Ararat.  Bence o filmler dahi buraya gelmeli ve dileyen herkes de görebilmeli.

Peki sizce Batılılar kendi geçmişleriyle yüzleşmeyi ne kadar becerebiliyorlar?

GK: Çok daha iyi. Yıllarca kendi çiftliği gibi Vietnam’ı kullanan ve 1954’de orayı terketmek zorunda kalan Fransa bile bugün “Vietnam’da ne işimiz vardı?” diye sorgulamıyor mu? Aynı sorgulamayı Cezayir için de yapıyorlar.

NG: Bugün bazı Asya, Orta Doğu ve Afrika ülkelerinin dine bu kadar yaklaşmaları eski batı sömürgeciliğine karşı bir tepki olamaz mı?

GK: Mutlaka olabilir. Bir yabancı devlet gelmiş; sizi kıskaç altına almış. Ne yapacaksınız? Güç yok, elde silah yok. Başvuracağınız bir tek din var. Din’e sığınarak kendinizi toparlamaya çalışıyorsunuz. Sömürgelik bitmiş ama din’den medet umma hala varlık gösteriyor.

Kadınların eşyadan farksız sayıldığı ülkelerde zaten değişim beklenebilir mi?

Arabistan’dayız; eşim arabayı kullanmak istedi. “Olmaz, sen kadınsın” dediler. Hadi diyelim ki kadına izin verildi ve de kullandı. Bir kaza olduğunda kocasını da içeri atıyorlar.
Her taraftan petrol fışkırıyor. Başta bir şeyh; ekmek elden, su gölden… Değişip de ne yapacaklar?

NG: Değişim deyince benim aklıma öncelikle Mayıs 1968’de Paris’te başlayan öğrenci-işçi ayaklanması gelir. Bütün dünyayı sarsmış, bize kadar uzanmıştı. 20. yüzyılın herhalde en önemli ve en güçlü sosyal başkaldırı hareketi idi.
’68 olaylarını resmeden “Duvarların Dili” adlı bir de fotoğraflar diziniz var.

GK: Fransa gibi derli, toplu, şık, elegan bir ülkede yer yerinden oynamıştı. 10.000’lerce, 100.000’lerce insan sokaklara dökülmüştü.

NG: Charles De Gaulle gibi bir milli kahraman bile tepetaklak edilmedi mi?

GK: Bütün dünya bunun üzerine, “ Yahu bunlar yapıyor; biz niye yapmayalım?” dedi. Böylece Türkiye’nin de ’68 kuşağı oldu. Aslında 1967’de ölen destan Che Guevera da önce Latin Amerika’yı, sonra tüm dünyayı ayağa kaldırıp, ’68 olaylarına ivme kazandıran bir başka faktördü.

NG: Yaşam öykünüzü anlatan ve Gülseren Engström’un kaleme aldığı “Geçmişle Kolkola” adlı kitapta, “Doğru yerde, doğru zamanda bulunma şansını elde ettim” dediğinizi okudum. Olaylar için de öyle değil midir? Berlin Duvarı’nın 1989’daki yıkılışı da böyle bir süreçti…

GK: Toplumsal gelişimlerin de bir patlama noktası var.
Eskiye bakmaya nostalji derler. Halbuki nostaljinin de iyisi var, kötüsü var.  Bir de benim gibi romantikseniz, manzarasız hiç olmaz. Ben çocukluğumu, Beyoğlu’nu, Galatasaray’ı hatırlamak istiyorum ve bundan da hiç utanç duymam.
500.000 nüfuslu İstanbul’un eski halini hala özlerim. Haylayf, Degustasyon, Fisher, Rejans… Rumu, Ermenisi, Tatarı, herkes birbirini tanır, selamlaşırdı. Büyük bir zenginlikti. Bir gün geldi hepsi süpürüldü. Kahvelerle, kebapcılarla dolmuş bugün Beyoğlu.

Bir Avrupalı baktığı zaman ürküyor ve ürperiyor. Güruh halinde dolaşan insanlar korkutuyor.

NG: Bundan bir süre önce Başbakan Sayın Tayyip Erdoğan da İstanbul’un geçmişindeki bazı yüzkarası olaylara değinmiş ve “ülkemizdeki yabancıları kovduk” anlamında bir cümle sarfetmişti.  Siz ne dersiniz?

GK: O söylemeden keşke başkası çok daha önce söyleseydi daha iyi olurdu ama yanlış diyemeyiz tabii. Buradan alın tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Rumları atın… 6–7 Eylül’ün içindeydim; Beyoğlu’nda kırılmamış vitrin kalmamıştı. Bütün kumaşlar yerlerde; üzerinden atlayarak yürümek zorundaydınız. Korkunç bir manzara idi. Bir savaş hali vardı. Bu memlekete çok bağlı olan, Türkiye’yi seven, hayatlarından mutlu olan, üreten bu insanları sen al, kapı dışarı et. Haksız yere, gitmek zorunda bırakıldılar.

NG: Bir dönemde Meclisimizde iki Rum, bir de Yahudi asıllı milletvekili olduğunu biliyoruz. Bu kozmopolit yapıyı bugün bazı komşu ülkelerde bile hala bulmak mümkün iken…

GK: İsveç, Almanya ve Hollanda’nın parlamentolarında da Türkler yok mu? Onlar müsaade ediyorlar da, biz niye etmiyoruz? Daima endişeli ve tedirginiz de ondan.
Bu kadar yıldır seyahat ediyorum. Hiç bir rahatsızlık hissetmedim, zira en çok önem verdiğim husus gittiğim yerlere uyum sağlamaya, örf ve adetlerine saygı göstermeye çalışmaktır. Roma’da, Romalılar gibi yaşayacaksınız…

NG: O zaman benim de aklıma Danimarka ile yaşanmış olan “karikatür krizi” geliyor. Onların da bir başka dinin peygamberine ve o dinin mensubu ülkelerin insanlarına saygı duymaları gerekmez mi? Ya şu tüm dünyayı ayağa kaldıran ve İslamiyete hakaret içerdiği söylenen film konusu?
Bunlara da basın özgürlüğü diyemeyiz herhalde.

GK: Saygı duymaları son derece gerekir ve çok da ayıp ettiler. Bırakın diğer ülkeleri, sadece Danimarka’da on binlerce Müslüman yaşıyor. Bunun adı saygısızlıktır, aptallık, kültürsüzlük ve önyargıdır. Yan yana olmalarına rağmen Danimarka, İsveç’ten çok ayrılır. 2. Dünya Savaşı sırasında Almanların işgal etmediği tek İskandinav ülkesi İsveç olmuş. Darbe yememiş bir ülke olarak kalmış.

NG: Orada Yahudi yoktu herhalde?

GK: Olmaz olur mu? En büyük gazetenin ve kitapevinin sahipleri eski bir Alman Yahudisi ailedir.

NG: Biz bol gürültü yapıyor, bağırıyor, çağırıyoruz ama sonra hafıza kaybına uğruyoruz galiba. Toplumsal bellek zafiyetimiz var.

İşte eski Danimarka Başbakanı Sayın Rasmussen, NATO Genel Sekreterliği koltuğuna bir güzel oturdu.

GK: Türkiye çok sesli bir ülke.  Dramatik sopranolara kadar her türlü ses var bizde.

NG: Gazeteci eşiniz Sayın Barbro Karabuda’nın Kürt sorunu hakkında yazdığı bir kitap var: “Fırat’ın Doğusunda”.  Aslında O’na sorabilmek isterdim ama burada değil. Bu kitabı niçin yazdı?

GK: Nilgün hanım, gazeteciler olarak 1960’ların sonunda babanızın da aktif gazeteciliği yıllarında, İsmet Paşa, Turan Güneş, Turhan Feyzioğlu, Cemil Sait Barlas gibi devlet adamı ve siyasilerle çok yakın ilişkilerimiz vardı. Onlarla yaptığımız sohbetler sırasında Kürtlere yönelik bir çalışma yapılması da konuşulurdu.
“Fırat’ın Doğusunda” politik değil, etnografik nitelikte bir kitaptır. Kürtler kimdir, nereden gelmişlerdir, nasıl yaşarlar gibi soruların cevabını verir. Bütün Anadolu’yu dolaştıktan sonra yazılmış olan belgesel nitelikte bir yapıttır.

Tabii o kitap yüzünden başımıza gelmedik kalmadı. Bir kaç yıl önce bile, 2008’de torunlarımızla Antalya’ya gittik. Havaalanında durdurdular. Bana, “Siz Türkiye’ye girebilirsiniz ama eşiniz giremez” demezler mi? Hepimiz öylece kalakaldık; torunlar ne olup, bittiğini anlamıyor, şaşkın, şaşkın bakarlar.
Eşim 73 yaşında…
“Hakkınızda, 1976’da konulmuş bir mahkeme kararı var; Ankara’ya gidip, sildirmeniz lazım” dediler. Sevgili arkadaşım avukat Şevket Çizmeli sayesinde halledildi de Türkiye’ye girip, çıkabildik.

NG: Eşinizin sizin üzerinizdeki olumlu etkisini hissetmemek imkansız. Sizin dünyanızdaki kadınlar hep bilinçli ve güçlü kadınlar olmuş; annenizden başlayarak. Atatürk devrimlerini benimseyen bir ailede yetişmişsiniz.
Güçlü ve bağımsız kadınları taşımak kolay deildir. Hangi erkekler güçlü kadınları tercih eder?

GK: Kafası biraz işleyen, o kadından kompleksi olmadan öğrenecek bir şeyleri olanlar.
Biz İstanbul’da evlendiğimizde ben 20, Barbro’da 19 yaşındaydık. Beraber büyüdük. Hayatımız %99 birlikte geçti. Her şeyi konuşabileceğim tek insandır.

NG: Gezip, gördüğünüz ülkeler arasında bir de Kuzey Kore var. Nükleer denemeleriyle gündemden düşmeyen bir ülke. Üstelik 1950’lerde biz de taa oralara kadar gidip Amerika adına savaştık. Nasıl bir yer?

GK: Kuzey Kore çok enteresandır. 2 defa gittim; nasıl izin alıp da gidebildim, ben de bilmiyorum. Turist’in t’si yok; gazetecilere de kapalı bir ülke. Nereye geldiğimi anlayamadım; klostrofobik bir yer; insanlar belli ki korku içinde, herkes, herkesi şüpheli gözlerle süzüyor, alçak sesle konuşuyor. Konuşulanları dinledikleri için, dış mekânlara çıkıp konuşuyorsunuz. Sanki bir korku filmindesiniz.

NG: Bizde buna “telekulak” denir…
Büyük cesaret doğrusu oraya gitmek; dönemeyebilirdiniz.

GK: Öyle tabii. Bu anlattıklarım 25 yıl öncesi ama oralarda değişen pek bir şey yok. Kim Sun İl gitti; Kim Cong İl geldi! Sözde komünist ülke: Adam öldü, yerine oğlu geçti! Veliaht sanki!
Yanımızda 2 sözde rehber, aslında sivil polis, dolaşıyoruz. Yürürken, karşıdan gelen bir Koreli adamla konuşmak istedim. Ne de olsa gazeteciyiz; meraklıyız. Yolunu kesip “merhaba” dedim ve elini sıktım. Adam da korkarak elimi sıktı ve ufacık bir sesle “merhaba” karşılığını verdi. Yanımdaki 2 rehber aniden yanımda bitiverdiler ve “niye durdurdunuz onu, tanıyor musunuz, nereden” diye sormazlar mı? Az daha espri yapıp, Nişantaşı’ndan diyecektim ki aman Güneş dikkatli konuş deyip “tanımıyorum, hatırını soracaktım” diye cevap verdim. “Olur mu, durup, dururken hatır sorulur mu; burada öyle şeyler olmaz; devam edelim; parktaki Çin ördeklerini kaçırıyoruz, onları görelim” demezler mi!…

Sonradan düşündüm tabii. Şayet o yolda durdurduğum adam bana “açlıktan ölüyorum, sefalet içindeyim” deseydi bu Kuzey Kore’nin çok kötü propagandası ve belki de ikimizin de sonu olurdu.

NG: Hala kimseyi taktıkları yok ama…

GK: Robot haline gelmişler. Nükleer denemeleri sıradan vatandaş bir alkışlamasın bakalım, başına kim bilir neler gelir. Çin onları çok besledi ve bugün desteğini kesse, Kuzey Kore batar.
Kuzey ile Güney Kore’yi ayıran sınır çok enteresan geldi bana. Amerika’ya yaranmak için, bizim de binlerce askerimizin öldüğü meşhur Kore Savaşı’ndan sonra aralarında bir sınır anlaşması yapmamışlar. Bir akşam yemeğinde, o 2 rehber adamdan biri bana açıkça “Sen Türkiye’den geliyorsun. Üstelik siz de Asya ülkesi sayılırsınız. Bize karşı savaştınız. Biz size ne yaptık ki geldiniz? Buralarda ne işiniz vardı?” demişti.
Verecek cevap bulamamıştım.
Kuzey ve Güney arasına bir çizgi çizmişler. Ben Kuzey’deyim; karşısı Güney Kore. Oraya gidip o sınırı çekelim dedik. 1 adımda karşıya geçiliyor, düşünün. Adam bana “Sakın ha, vururlar” dedi. Ama hangi tarafın vuracağı bir türlü anlaşılamadı.

NG: Kim vurduya gitmek bu olsa gerek…

GK: Karşıda da bir sürü silahlı Amerikan askeri görüyorsunuz. Şimdilerde bile Güney Kore’deki Amerikan üssünde 30.000 asker olduğu söyleniyor.
Neyse, karşı tarafa geçip, çekim yapmak istiyorum; 1 adım atsam Güney’deyim. Hayır efendim, yasak!
Pyongyang’dan kalkıp önce Pekin’e gidiyorsunuz; oradan Tokyo’ya ve Tokyo’dan Seul’a varıyorsunuz. Şu eziyete bakın!
Güney’e gittik; sınırdayız. Bu kez de bir Amerikalı asker yanıma yaklaştı, “Senin burada ne işin var, 3 gün önce karşı taraftaydın” dedi. “Ben gazeteciyim, film çekiyorum” diye başladım hikâyeyi bir de ona anlatmaya.
Herkes şüphe içinde… Atom bombasını yaşamış ve Kuzey Kore ile sınırı olan Japonya özellikle nükleer denemelerden çok tedirgin. Yeni bir bombadan korkuyorlar. Hiroşima’da işlenen insanlık suçunu gören bir gazeteci olarak söylüyorum.

NG: Dünya barışı galiba hala çok uzaklarımızda…
Teşekkürler Sayın Güneş Karabuda.

Bir Yorum Yazın