Ayvalık İlçesi’nin en özel köşelerinden biri olan Cunda Adası, yeni ismiyle Alibey Adası’ndaki sahil evimize geçen yıl gelebilmek hiç kısmet olmadı.
İş, güç, danışmanlık, sorumluluk derken bir yılı daha geride bırakarak, 2013 yazını ettik. “Böyle şey olmaz” diyerek ta kış aylarından karar vererek, Nesim ile Haziran sonlarına doğru Cunda’ya geldik.                                  Nesim’in üniversitelerdeki dersleri biter, bitmez; hemen ertesi gün. “Gelin, artık buralarda yaşayın” diyenler haklıymışlar.
Doğa ile denizin kucaklaştığı Cunda’da insanın gerçekten ömrü uzar, sinirleri düzelir. Hatta cildi bile; ağrısı, sızısı da.
Geceleri tatlı, tatlı bazen de hiddetli esen rüzgarında etkisiyle bahçelerdeki biberiyelerin kokusunu içine çekerek uyumak ise bir başka keyif.
Cundalılar genelde mübadele sonrası Girit ve Midilli adasından evini, barkını oralarda bırakıp gelmiş adalı Türkler. Neredeyse 3 kuşak önce.
İlk gelenlerin- daha doğrusu gelmek zorunda olanların- çocukları ve torunları ile konuştuğunuzda büyüklerin ağlayarak kendilerine, “Beni Girit toprağı ile gömün” dediklerini söylerler.
Bunu duymak bile tüyler ürpertici. Yönetmen Çağan Irmak, “Dedemin İnsanları” adlı filminde mübadeledeki bu zoraki göç temasını ne de güzel işlemişti. Adalı oldukları için midir, yoksa Yunanistan’ın demokrasi geleneğini özümsedikleri için midir, bilmiyorum ama Cundalılarda dikkatimi çeken bir husus var. Yurttaşlık bilincine sahip bir topluluk bu. Bürokratlardan gerektiğinde hesap sormaktan korkmayan, hakkını aramayı bilen, kararların paylaşılmasını bekleyen bir topluluk.
Geçenlerde Nesim ile Cunda Merkezdeyiz.  Yunanlılardan kalan en eski binalardan biri olan Taş Kahve’de baktık, insanlar tiyatro düzeni salonda toplanmış kürsüde konuşan bir başka Cundalıyı dinliyorlar.
Meraklandık ve kulak misafiri olduk.
Cunda’nın yerel sorunlarını ve yapılması planlanan etkinlikleri tartışıyorlardı. Çöp sorunu

, su sorunu, beldeye gelecek olan konuşmacılar, sanatçılar, festival gibi etkinliklerin kim tarafından, nasıl organize edileceği falan konuşuluyordu.
İçimizi tatlı bir şaşkınlık ve gurur kapladı. Kendi yaşam alanı içersinde nelerin yapılıp, nelerin yapılamayacağına karar verme yetkisini kullanan bir topluluk vardı karşımızda.

İster, istemez aklıma İstanbul’da Gezi Parkına sahip çıkma adına demokratik haklarını kullanmak isteyen ancak karşılarında şiddeti bulan, dövülen, itilen, tartaklanan anneler, babalar, gençler, işadamları, sanatçılar, akademisyenler geldi.
Hedef gösterilen Memet Ali Alabora geldi.
Şimdilerde Cundalılar da bir başka “Gezi Parkı” savaşı veriyorlar.
Bir SİT Alanı ve doğa parkı olan olan Patriçya bölgesine rüzgar enerjisi değirmenleri konulacakmış. 30-40 adet. Bu koca ilçede sanki başka yer yok. Bana söylendiğine göre yerel yönetimlerin Ankara’nın  böyle bir karar alması halinde yapabileceği pek bir şey de yokmuş.
Elleri, kolları bağlı mı ki, bu ne biçim zihniyet?  Dolayısıyla “iş başa düştü” diyerek kolları sıvayan Cundalılar bu güzel doğanın katledilmemesi için herkesten destek istiyorlar. Benim desteğim de en azından bu konuyu bu sütunda dile getirmek olsun diye düşündüm.
Kıssadan hisse: Türkiye uygarlığın beşiği olmak istiyorsa, gökdelenleri bir tarafa bıraksın. Boğaziçi’ndeki nadide yalıları parayı verene peşkeş çekip, yerine beton bina yaptırmasın; cami yaparken, bize tarihi mirastır diyerek kiliselere de, havralara da sahip çıksın.
Aksi takdirde Avrupa’nın değil dünyanın en büyük ve en görkemli stadyumunu, adliye sarayını da yapsanız uygar olamazsınız. Üstelik bir de o adliye sarayının kapısında ve herkesin gözü önünde avukatlar dövülür, yaka, paça saçlarından sürüklenir ve tutuklanırlarsa.
Tüm okuyucularımıza dostluk ve kardeşlik dolu, güzel ve barışçıl bir Şeker Bayramı dilerim.

Bir Yorum Yazın