Bir zamanlar İstanbul da yemyeşildi!

“Birkaç ağacın kurtarılması” amacıyla geçtiğimiz Mayıs ayında başlayarak Haziran ayına sarkan ve tüm Türkiye’yi saran “Gezi Parkı Direnişi” bana Hollanda’da yıllar önce karşılaştığım bir başka direnişi hatırlattı.
300.000 nüfuslu Eindhoven şehrinde 50 haneli bir mahallenin sakinleri yeni bir McDonalds açılmasına “ağaçlarımızı kesecekler, yeşilimizi bitirecekler” diyerek itiraz etmişler ve bu halk direnişi karşısında sadece yerel belediye değil, koca Amerikan şirketi McDonalds bile çekilme kararı almıştı. Bu konuya o günkü Hollanda hükümeti müdahil dahi olmamıştı.
Tüm Türkiye olarak yaşadığımız Gezi Parkı eylemleri en azından Türkiye’deki çevre duyarlılığının ve doymak bilmeyen rant açlığına olan tepkinin bugünkü boyutunu göstermesi açısından önemlidir. Gezi Parkı’ndan kanımca çıkartılması gereken bir başka ders ise ülkemizdeki siyasal dengelerin ne kadar hassas ve kırılgan olduğudur.
Röportajlarımda bu tehlikeli kutuplaşmanın defalarca altını çizdim; duayenlere bu soruyu sordum. Sadece bir kaçı ülkedeki kutuplaşma gerçeğini vurguladılar. Siyasiler halkın bir bölümün içindeki bu birikimi, oluşumu hatta öfke ve hayal kırıklığını ya göremediler ya da asla umursamadılar; nasıl gezi parkı eylemini sadece bazı marjinal grupların edepsizliği olarak gördülerse.
Gençlerin başlattığı direniş ve bunu takip eden günler kutuplaşmanın boyutunu açıkça gözler önüne serdi. Ağaç’taki kıvılcım ise ateş alıp, yangına dönüştü. Bilanço ortada: 4 ölü, biber gazı, plastik mermi ve boyalı tazyikli suya maruz kalarak gözünü kaybetmiş, orası burası kırık bir sürü insan, binlerce yaralı, yüzlerce tutuklu…

Aslında bu uzunca süren direnişin bir diğer sebebi olan “yaşam alanına, yaşam tarzına müdahale” boyutuna gözlerini ve kulaklarını kapatanlar, diyalogtan zerre kadar hoşlanmayanlar yeni direnişlere hazır olmalılar. Sessiz çoğunluk uyandı.
Yaşam alanına müdahale sadece alkol yasasıyla, kürtaj yasasıyla sınırlı değil de ondan. Ben evimin bahçesindeki, sokağımdaki ağaçların kesilmesine nasıl karşı durmuş, üşenmeyip belediyeye, park ve bahçelere kadar şikayet etmiş isem, benim iznim olmadan yaşadığım kentin parklarına, ağaçlarına, bitkilerine dokunulmasına da o kadar karşı dururum ve buna rıza da göstermem.
İşte direnişçiler de bu haklarını kullandılar. Olay başından doğru yönetilmiş olsaydı bu kadar büyümezdi; artık o eski moda otokratik ve paternalistik baskıcı tavırların, söylemlerin ve yöntemlerin 21. yüzyıl Türkiye’sinde kolay, kolay uygulanamayacağı da anlaşıldı umarım.
Eindhoven’da ta 90’larda şahit olduğum McDonalds karşıtı direnişte mahalle sakini Hollandalılar günlerce ağaçların altına yatıp, direnmişlerdi. Üstlerine ne gaz bombası atıldı, ne de onlara şiddet uygulandı. Orada da emniyet kurumu diye bir şey var. Türk kafasıyla olana, bitene o zaman pek şaşırmıştım; ama artık batılı kafasını iyi biliyorum.
Zira bir batılı için evrensel hak

, hukuk ve ahlak kuralları tüm halkın ortak mutluluğu ve menfaati için geçerlidir. Burada “tüm” kelimesinin de altını çizmek isterim. Nitekim demokrasi dediğimiz de nedir zaten? Azınlıkların haklarının korunmasından başka bir şey değildir demokrasi. Çoğunluğun korunmaya zaten ihtiyacı yoktur. “Ben çoğunluk olduğum için her istediğimi yaparım” kafası da demokrat olamaz. Bu yaşa geldim, hala demokrasi tarifi yapıyoruz! Çok üzücü.
Bir zamanlar İstanbul da yemyeşildi. Bilmeyenler maalesef eski fotoğraflara bakmakla yetinmek zorundalar.
Bugün Hollanda Avrupa’nın en yeşil ülkelerinden biridir. Oralara çok yağmur yağar, doğru. Acaba niye yağar? Ormanı, yeşili, ağacı bol diye. Benim insanlarım bir taraftan kendi bahçelerindeki ağaçları katleder, diğer taraftan da “Hay Allah, İstanbul beton oldu, havada ne kadar sıcak” diye şikayet eder, dururlar. Her taraf bina doldu da ondan. Bu ne biçim bir kafa yapısıdır?
Bakınız, İstanbul’daki “yeşil alan” belediye kayıtlarına göre kişi başına 3 m2, çevre uzmanlarına göre ise 1m2’yi geçmez iken bu oran Amsterdam’da 45m2, Londra’da 20 m2, Madrid’de 14 m2, Paris’te 11.5 m2, Vancouver’da ise 65m2’dir.
Bu şehirleri belki de birçoğumuz gördük. Oralarda sıkı bir kentleşme olduğunu herhalde inkar edecek değiliz ama kentleşme başka, “kentli olma” başkadır. Kentli olmanın ilk koşulu yaşadığın doğaya sahip çıkmak ve çıkanları da desteklemektir.
Derler ki, bir zamanlar Karadeniz’den, Akdeniz’e kuşlar ağaçtan, ağaca konarak giderlermiş.

Çöp peşinde koşan kargadan başka kuş mu bıraktık ki, kentler arası uçsunlar. Benim çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği İstanbul’a bugün bakınca içim sızlıyor. Büyük şehirde doğmak kentli olmak demek değil, görüyoruz. Yoksa bu güzel şehrin doğal dokusu rant uğruna böyle katledilmezdi. Önce yeşili yok edip, ardından ağaç dikmek marifet oldu.
Sevgili Aydın Boysan’a hak vermemek elimde değil artık: “İstanbul’a vize koyulmalı” der büyük üstat. Haklı galiba. Hepimiz oksijensizlikten ölmeden. Aksi takdirde biber gazına da ihtiyaç kalmayacak.

Bir Yorum Yazın