Avniye Tansuğ

BLOGLU YAŞAM İLE HUKUKUMUZ …

Sevgili dostum Nilgün Güresin, birkaç yıl önce Avrupa’daki çalışma hayatına son verip Türkiye’ye döndüğünde, burada yaşamaya karar verdiğini ve artık sadece “yazmak” istediğini söylemişti. Usta gazeteci Ecvet Güresin’in usta iletişimci kızına da bir gazetede yazmak yaraşırdı elbet. Oysa o dönemde şimdi de olduğu gibi geleneksel gazetelerin, geleneksel yazı alanları çoktan dolmuştu. Nilgün’e “Neden kendi blogunu açıp orada yazmıyorsun?” demiştim. Son derece mükemmeliyetçi ve titiz olduğu için önce o “amatörce bir şey olmasın sakın?” diyerek biraz kuşkuya düştüyse de sonradan biraz da benim ısrarımla, şu anda içinde olduğumuz bu şık blogun bir prototipini de beraberce hazırlamış, yayına almıştık. O sonra bir süre bir bilgi platformunun web sitesi için profesyonelce röportajlar yapmaya başlamış, site kapanınca ara vermişti. Derken, ilk blogunu geliştirdi, bu güzel siteye dönüştürdü.  İyi ki de öyle yaptı, nitekim bugün o site yayında olmasa da Nilgün’ün özenli metinlerini onun “kendi yerinde” ve hâlâ aynı zevkle okuyabiliyoruz.

Bütün bunları niye mi anlatıyorum? Sitesini olgunlaştırıp bir de “Konuk Köşesi” açan Sevgili Nilgün’ün bu köşeye yazması için çağrı yaptıkları arasında sıra bana gelmiş meğerse de ondan!

Benim hukuk ve iletişim alanlarındaki çalışmalarım arasından bu köşeye en uygun düşeceğini sandığım konu tam da bu işte: Bloglu yaşam ile hukukumuz!

Bilindiği gibi Internet’in günlük yaşamımıza giderek daha hızla ve yaygın biçimde girmeye başlaması Türkiye’de ‘90 yılların sonuna takvimlenir. O yıllarda Internet’e bağlanmak bile başlı başına cambazlık gerektiren bir dizi telefon işlemiyle mümkündü. Önce açtıkları web siteleriyle bankalar müşterilerine zaman kazandırmaya başlamışlardı. Derken bütün dünyada olduğu gibi bizde de patlama yapan e.ticaret siteleri boy göstermeye başladı.

İşte bir kurum ya da kişi için o yıllarda bir “web sitesi sahibi olmak” hayli çetrefil ve masraflı bir işti ve bunu ancak konunun profesyonelleri yapabilirdi. Hatta bu konuda şimdi aklıma gelen sevimli bir televizyon reklamı da var! Banu Alkan’ın başrolde olduğu. Kokoreççiler ona “Afrodit Hanım, siz kendinize bir site yaptırsanıza” diyorlar. O da “Ayol ben o kadar zengin miyim? Hem İstanbul’da arsa mı kaldı site yaptıracak? Müteahhit tanıdığım da yok ki” diyor. Şuradan da bir kopyasını izleyebilirsiniz:

http://www.youtube.com/watch?v=2ARN6XbuEeA

Bir zaman sonra, ABD’de kurulan “Geocities.com” unvanlı bir Internet yer sağlayıcı şirketi, isteyenlere sınırlı boyutta da olsa ücretsiz web alanı sağlamaya başlayınca “Geocities”, 1996’da dünyada en çok ziyaret edilen ilk üç adresin arasına girmişti. Ama “Geocities” aboneleri o kendilerine ait alanlarda daha çok resim paylaşmakta, sayfalarına metin koyabilmek için de “HTML” dilini bilmek ve kullanmak zorundaydı.  Çünkü herhangi bir kelime işlem programında daktiloda yazar gibi yazdığımız metinleri olduğu gibi Internet’e yüklerseniz onları göremiyordunuz. Görebilmek için genellikle yatay parantezlerle  (<tag>) yapılan etiketler içine göstermek istediğiniz biçim ve özelliği simgeleyen harfler ve işaretler de eklemek zorundaydınız. Amatörler için hayli oyuncaklı bir iş olan bu durum da genellikle ortaya komik sayfaların çıkmasına yol açıyordu. (Esasen web tasarımında bugün de aynı dilin 5. sürümü kullanılmakta.)

İşte o sıralarda birileri de bu sıkıntıyı aşan başka bir ücretsiz proje üzerinde çalışıyorlardı harıl harıl. Onların “Pyra Lab” adını verdiklerini küçük bir yazılım laboratuvarında kullanıma sunduğu “Blogger.com”a üye olanlar, kendilerine ait bir çalışma sayfasındaki ekranın içine gönüllerince yazıp çiziyor, resimler ekliyor, sonra da “Publish” düğmesine basıp, kendi içeriklerini keyifle izliyorlardı. Böylece ortaya çıkan, kişisel web siteciklerinin adına da “blog” deniyordu!

Pyra Lab/ Blogspot.com ilk Logo- 1999

Peki “Blog” ne demekti? Bu, İngilizce “web log” (web kütüğü) sözcüklerinin “web”in ilk iki harfinin atılarak birleştirilmesi ile yaratılmış, “nev’i şahsına mahsus” bir sözcüktü. Geniş çapta ilk kez Pyra Lab ekibi tarafından kullanılan “blog”un kısa zamanda türevleri de dünyaya yayıldı. “Blogger”, “Blogging”, “Blogosphere”

….

Türkçe’de de bu sözcük aynen, “blog”, “blogçu”, “blog yazarı” olarak kullanılıyor. Çok sevimli olmuyor böyle belki ama evrensel anlaşılırlığı tartışma götürmez. ( Bu konuda bir hukuk master tezi yazan bendeniz, Türkçe’de “blog” karşılığına önceleri uzun süre “web kütüğü” sonra “web günlüğü”  demekte ısrar etmiştim ama sonunda “blog”a teslim bayrağını çekmek zorunda kaldım.)

Şimdi artık Blogger.com yalnız değil, çok daha gelişkin örnekleri var. WordPress örneğin en “gradolu” blog sitelerinin başında geliyor. Son zamanlarda en başından mobil iletişim teknolojilerine de daha uygun olarak tasarımlanan “Tumblr” da çok populer… Ama hepsinin de ortak ürünün adı “blog” işte!

İlk yıllarda bir tür “dijital anı defterine iç dökme” biçiminde kullanılmaya başlanan bloglar artık hemen her alanda çok amaçlı kullanımla yaygınlaştı. Vatandaş gazeteciliğinden eğitime, reklamdan pazarlamaya, yemek tariflerinden çocuk bakımına, politik kampanyalardan yerel yönetim hizmetlerinin karşılanmasına kadar çok geniş bir alanda hep blog teknolojisi kullanılmakta. (Merak edenler dünya üzerindeki blogları takibe alan “Technorati” sitesindeki “Blogosferin Durumu” sayfasından son durumu öğrenebilir. 2007’de 70 milyon iken, 2011 itibarıyle dünya üzerindeki blog sayısı 1 milyarın üzerinde idi! )

Onun arkasından gelen iletişim teknolojisi; “mikro-blog”lar (Twitter, What’s Up, v.d.) ve FaceBook ile zirve yapan sosyal ağlar, blog üzerinden içerik yayınını biraz düşürdüyse de tahtından ineceğe benzemiyor o! Görüldüğü gibi bloglu yaşam ile hukukumuz hayli eski…

Bir de bloglu yaşamla hukukumuzun hukuki boyutları var elbette. Gerek özel hukuk gerek ceza hukuku ve bilgi çağının hukuku bağlamında “blog”lar ve birer hukuk süjesi olarak onların sahipleri çeşitli hak ve sorumluluklara sahip.

Blog sahipleri açısından bakarsak, onlar, her şeyden evvel insan hakları ve anayasal hukuku açısından ifade, bilgi edinme ve haberleşme gibi temel hak ve özgürlüklerini kullanmaktalar.

Bunu yaparken kullandıkları iletişim aracı olarak “blog”, tıpkı bir geleneksel kitle iletişim aracı gibi aynı anda birden çok kişi tarafından erişilebilir olduğu için bir yayın organı olarak ele alınıyor. Buna rağmen pek çok ülkede gazetecilerin tabi olduğu haklardan yararlanamıyorlar. Buna karşılık bir blog içeriğinde “hakaret” suçunun unsurları bulunduğunda, içeriğin/blogun sahibi ceza hukuku hükümlerine göre yargılanıyor.

Özel hukuku ilgilendiren konular içinde ise bloglar ile en sık kesişeni fikri mülkiyet hukuku ihlalleri olarak gözüküyor. Başkasına ait bir eseri onun rızası dışında izinsiz kullanan, çoğaltan, yayan, değiştiren bir blogcu, blogun yayınlandığı ülkenin mevzuatına göre içeriği çıkartmak ve tazminat ödemek zorunda. Blog içeriğini birden çok kişi oluşturuyorsa “birlikte hak sahipliği” statüsünde sayılıyorlar. Türkiye’de Internet üzerinden yapılan yayınların düzenlenmesi amacıyla çıkarılan 5651 sayılı Kanun da blog sahiplerini yakından ilgilendiriyor. Bazen bir blogdaki “sakıncalı” nitelenen bir içerik yüzünden milyonlarca blog’a erişim engellenebiliyor. Geçen yıllarda bir futbol kanalındaki içeriğini yayınladılar diye Digitürk’ün üç beş blog aleyhine harekete geçmesi üzerine Türkiye’den Blogger.com’a erişim tümüyle engellenmiş ve bu hukuk dışı durum hayli de uzun sürmüştü. Benzer durumlar YouTube ve diğer kitlesel portallerde de yaşanmıştı.

Bu konuda söylenecek öyle çok şey var ki en iyisi bu yazıya burada son verip, belki merak edecekler için Açık Radyo’da bu konuda on yıldan beri yaptığım radyo programının  içeriklerinin de bulunduğu blog adresininpaylaşmak olacak galiba:http://bilgicagininhukuku.blogspot.com/

Internet’inizin bağlantısı ve hızı hiç kesilmesin, bloglu yaşamla hukukumuz, hukukun üstünlüğü ve adalet çerçevesinde sürsün!

 

Avniye Tansuğ

Bir Yorum Yazın