Silivri

SİLİVRİ’YE MEKTUP…
‘80’li yıllarda yoğun bir iş haftasının bitiminde şehirden uçarcasına kaçıp, gittiğim Silivri’ye neler oldu? “İstanbul nasıl değiştiyse, Silivri’de öylesine kimlik değiştirdi işte” diyebilirsiniz. Ama benim aklımda ve kalbimde yer etmiş olan Silivri’nin denizinde kendimi sularına adeta atarcasına bıraktığım billur bir hafiflik, masmavi bir renk, kumsalında ise binlerce deniz kabuğu ve istiridye; suda ise benimle yarış eden balıklar vardı. Evimiz sanki bu tarife uygun olsun diye seçilmiş gibi Semiz Kumlar bölgesindeydi.
Etiler’den sabah 7.5, 8 gibi yola çıkılır; 1 gidiş, 1 gelişli E5’e girilir; Topkapı, Florya, Kumburgaz, Küçükçekmece, Büyükçekmece , Silivri ve Semizkumlar’a 2 saatte varılırdı. Bu yolculuğun belki de benim için en keyifli bölümü Büyükçekmece’den hemen sonra ana yolun tam sağından itibaren başlayan uçsuz bucaksız ayçiçek tarlalarının olağanüstü görüntüsüydü. Semizkumlar E5’in sahilindeydi ve ev sayısı ise bilemediniz 20-25 idi. Ama, ah o ayçiçekleri…
Ay çiçeklerinin İngilizce adı olan Sun Flower bana her zaman daha anlamlı gelmiştir. Zira Van Gogh’a ilham olmuş bu müthiş bitki yüzünü daima güneşe döner; aya baktığını ben hiç görmedim. Bu dingin, sakin, huzurlu ve mutlu küçük sahil kasabasında gündüz ayçiçekleri ile sohbetler yapılırken, geceleri de avaz, avaz şakıyan ağustos böcekleri ve kurbağalarla danslar edilirdi. Ninni gibi gelirdi ağustos böceklerinin sesleri.
Hey gidi Silivri hey…
Şimdiki kuşaklar seni bambaşka tanıyorlar. Hapishaneler kasabası mı desem; şikeler yurdu mu? İmajın ve algının bizi ve her şeyi yönettiği bu devirde senin adın cezalarla, mahkemelerle anılır oldu. İmaj bitti. Deniz kurudu. Ayçiçekleri önce boyunlarını büktüler, sonra da soldular. Hüzün, huzurun yerini aldı.
Aslında nasıl insanların ruhları varsa, yerlerin de, binaların da, mekanların da ruhları olduğunu düşünürüm. Hani bir yere gittiğinizde kendinizi rahat hissederken, bir başka yerde huzurunuz kaçar ya. Kıpır, kıpır olur, bir türlü yerinizde oturamazsınız. Yurt dışında ve özellikle Paris’de yaşarken sık, sık sokakları arşınlardım. Çok eski bir şehirdir Paris. Orada hemen her binanın bir öyküsü vardır; üzerinde yazar hatta. Örneğin, “Bu bina 1881’de şu önemli toplantıya sahne olmuş; şu kişiler şu antlaşmayı bu binada imzalamışlardır” gibi. Tarihe sahne olmuş bu mekanlar böylece asla ölmez ve öldürülemez. Gelecek kuşaklara mal edilir. Bu mekanlarda hala yaşamakta olan pozitif enerjiyi hissedebildiğimi hatırlarım. Binaların içine ve oradan da avluya girer, tarihsel enerjiyi hafızama kaydederdim. Yüzyıllardır ayakta kalabilmiş, öyküsü demode olmamış, olmadığına inanılmış bu mimari anlayışın benim ülkemde de olmasını dilerdim. Gelenek(sel) olduğu için değil; bazı insani değerleri korumak ve daima hayatımızda kalabilmelerini sağlamak için.
25 yıldan bile az, kısacık bir zaman dilimi sonrasında Silivri artık benim çocukluğumun Silivri’si değil. Oraları tanımıyorum bile. Halbuki yazları koşarak gittiğim o huzurlu sahil kasabasını unutmak istemiyorum. Hayatımdaki tarihlerin benden bir, bir koparılıp alınmasını da istemiyorum.

Bir Yorum Yazın