Sevil Atasoy

Yan komşumuz, muhafazakarın alası, kadınların toprağa gömülüp, taşlandığı, içe, dışa herşeye kapalı şeriat toplumu İran’da uyuşturucu kullanımının ne kadar yaygın olduğunu bu yazıda okuyacaksınız. Demekki mutaassıp olmak, halkı tabularla yaşatmak, baskı altında tutmak pek bir işe yaramıyor. Birleşmiş Milletler Uyuşturucu Kontrol Kurulu Başkanı Sayın Sevil Atasoy’un anlattıklarına kulak verin…

Nilgün Güresin: Uyuşturucuları, katilleri, tecavüzcüleri bir dedektif gibi izlemek, en ufak bir izin, delilin peşinden koşmak sizin meslek hayatınızın özeti… Bir gün çok dramatik, ertesi gün trajik; belki 70’lerinde bir ihtiyar tarafından iğfal edilmiş bir çocuk hakkında delil toplama; ertesi gün bir ensest olayı…
O nedenle mi Adli Tıp Enstitüsü’ndeki bu odanızı böyle çarpıcı renklerle, hoş kokularla doldurdunuz; duvarlarda Matisse’in resimleri, dizi dizi heykelcikler; adeta biraz ruhani bir ortam gibi…

Sevil Atasoy: Odam hep böyleydi. Ama günüm çok komik de olabiliyor… Bir de bakıyorsunuz ki, “Benim papağanım dişi mi, erkek mi?” gibi bir soruyla birisi kapınıza dayanıvermiş!
Veya, “Bu köpeğin babası şu mu?” diye sorulduğunda tebessüm etmek o kadar fena bir şey de değil. Belki komik ama güzel de şeyler…

NG: Galiba haklısınız. Hatta geçenlerde bir konuğum “gülmenin aile terbiyesi ile ilgili” olduğunu düşündüğünü söylemişti. Biz Türkler içten gülmeyi eskiden göstermeye çekinirdik; “hafif” denirdi böylelerine. Neyse ki kulakları çınlasın Sayın Kemal Derviş geldi de, gülmenin kötü bir şey olmadığını ülke televizyonunda tebessüm ederek kanıtladı.

Her neyse, gelelim Türkiye’nin dış politikası ve dış tanıtımı açısından önemli olduğunu düşündüğüm yeni görevinize. Birleşmiş Milletler (BM) Uluslararası Uyuşturucu Kontrol Kurulu Başkanlığı’na Mayıs 2009’da seçildiniz. İlk kadın başkansınız.
Bu konsey ne iş yapar?

SA: Uyuşturucu ile mücadelenin yüzyıllık bir geçmişi vardır. İlk kez 1909’da Şanghay’da 13 ülke bir araya gelerek uyuşturucu ile savaşmanın gerekli olduğunu ve mücadeleye başlanmadığı takdirde Çin’deki afyon bağımlılığının önüne geçilemeyeceği gibi, giderek Avrupa ve Amerika’ya da yayılacağını söyleyerek ortak bir bildirgeye imza atmak istiyorlar.

NG: 13 ülke arasında kuşkusuz doğudaki uyuşturucu ticaretini o zamanlar yakinen desteklemiş bazı batı ülkeleri de vardı. Hemen aklıma Pearl S. Buck’ın Çin’deki uyuşturucu konusunu ele alan kitapları geliyor. Okumamış olanlara öneririm.
Peki, bu mücadelede başı kim çekiyordu?

SA: Amerika Birleşik Devletleri. Bunun aslında şöyle bir nedeni de vardı: O tarihlerde Filipinlerde yaşayan Amerikalı bir din adamı Çin’den gelmekte olan uyuşturucu tehlikesini görüyor ve önlem alınması konusunda uyarıda bulunuyor. Bir kongre toplayarak tüm dünyanın dikkatini bu konuya çekme önerisini getiriyor. Bunun altında başka nedenler de var tabii; siz de biraz önce değindiniz.

NG: Netleştirelim; ne gibi başka nedenler?

SA: Hindistan ve hatta zaman zaman da Türkiye üzerinden Çin’e afyonu getiren bir takım ticari müesseselerin varlığı. Bunların başında İngiliz şirketleri geliyordu. Başka ülkeler ise, İngiltere’nin uyuşturucu ticaretinden elde etmekte olduğu kazançların önünü kesmeye çalışıyorlardı. Dolayısıyla, görünen temel neden “ticaretin önlenmesine değil, talebin azaltılmasına” yönelikti. Böylelikle afyon ticaretinde gerileme sağlanacağı ve sona erdirilebileceği düşünülüyordu.

1909’dan itibaren değişik vesilelerle ülkeler küçük sözleşmeler imzalayarak, 1961’e kadar geliyorlar. O yıl BM’de uyuşturucu ile mücadele konusunda “1961 Narkotik Tek Sözleşmesi” imzalanıyor.

NG: Bu sözleşmenin ana hatları nelerdi?

SA: Temelde, belli başlı uyuşturucu maddeler kontrol altına alınmaya çalışılarak, sadece tıbbi ve bilimsel amaçla kullanılmaları ve bunun dışındaki tüm kullanımı engellemeyi amaçlar. Söz konusu Söyleşmeyi denetleyici organda işte benim başkanı olduğum Uluslararası Uyuşturucu Kontrol Kurulu’dur.
15 kişiden oluşan bu organı seçen de BM Ekonomik ve Sosyal Konseyi’dir. 13 üyesinden 3’ünü Dünya Sağlık Örgütü’nün önerdiği adaylar arasından; geri kalanlarınıda ülkelerin aday gösterdiği kişiler arasından seçerler.

NG: Bu organ bir başka deyişle “müfettişlik” görevini yüklenmiş…

SA: Evet. Müfettişler, bu sözleşmeye imza atan ülkelerin uygulamada sözleşme maddelerine uyup uymadıklarını denetlerler. Bir başka deyişle, denetim altına alınmış maddelerin ekimi, alım-satımı, ticareti kontrol edilir.

NG:İmzalamamış ülke var mı?

SA: Okyanusya’daki bir kaç ada devlet dışında artık kalmadı.

NG: Siz bu konseyin Başkanı olarak aynı zamanda Türkiye’yi de mi temsil ediyorsunuz?

SA:Hayır. Seçilen kişiler kendi ülkelerini temsil etmezler; seçilme kriteri sadece bilgi birikimi ve deneyimdir. Akademisyenlik haricinde kendi devletleri ile hiçbir biçimde organik bir bağları olmamaları da zorunludur.
Ben 5 yıllık bir dönem için seçildim. Bu Kurulun “Daimi Tahminler Komitesi Başkanlığı”ndan tutun da, yani Türkiye’nin ne kadar haşhaş ekeceğine karar veren komite, bütün idari ara kademelerde görev yaptım, deneyim edindim.

NG: Uyuşturucu bağımlılığı konusu bugün artık devletler, hükümetler, politikalar üstü bir tehlike ve kuşkusuz bu nedenle üyelerin kendi ülkelerini temsil etmeyerek, “tarafsız ve bağımsız hareket edebilmeleri ilkesi” koyulmuş…

SA: Elbette. Hatta bir toplantıda bile kendi ülkenizi temsil eder, savunur mahiyette konuşamazsınız.

NG: Uygulamada kontrol edilen maddeler hangileri?

SA: Afyon, morfin, esrar gibi temel uyuşturucu veya kokain gibi uyarıcı maddeler. Aslında tümüne “narkotik” adı verilir. Morfin, eroin aldığınızda sükûnet yapar ve uyursunuz; extacy gibi uyarıcı olanlar ise uyutmazlar, açlığı bastırırlar.

NG: Açlığı bastırmada ne amaçlanır?

SA: Uzun süre yüksek irtifada işçi çalıştırabilmek. Bolivya, Peru, Kolombiya başta olmak üzere bütün Latin Amerika ülkelerinde bunun yaygın olduğunu biliyoruz. Neredeyse 3000 yıldır oralarda koka yaprağının (kokain bitkisinin yaprakları) çiğnenmesinin nedeni de budur.

1971’de yeni bir sözleşme daha yapıldı. Buna göre psikoaktif maddeler olan barbitüratlar, LSD gibi 1961’deki ilk sözleşmede olmayan ama insanın düşünce ve davranışlarını etkilediği ispatlanmış, bağımlılık yapma ihtimalinin yüksek olduğu uyuşturucuların kontrolü de ilave edildi.

NG: İlaç sanayiinde de kullanılan bir dizi madde yok mu?

SA: Var tabii. Yukarıda değindiğim psikoaktif maddeler müstahzar ilaçlar içersinde sürekli kullanılmaktadır. 1971 sözleşmesiyle bu Kurul bunların da denetiminden sorumludur.
1988’deki 3. sözleşmeyle ise bu kez “suç bağlantılı uyuşturucu trafiği ve kaçakçılığı ile mücadele” gündeme getirilmiştir. Ülkeler de ona göre kendi yasal düzenlemelerini değiştirmek zorunda kaldılar ve hem ülkelerarası, hem de polis birimleriyle bu konuda sıkı bir işbirliğine başlandı. İşte bu Kontrol Kurulu, bu 3 sözleşmeye ülkelerin ne oranda uyup, uymadığını takip görevini üstlenmiştir. Her yıl gözlemleriyle ilgili bir de “Dünya Uyuşturucu Raporu” yayınlamak zorundadır.

NG: Sözleşmelere uymayan ülkelere karşı yaptırımlar nelerdir?

SA: Önce yazışmayla çözüm aranmaya çalışılır. İnterpol ve/veya değişik BM organları devreye sokulur. Dünya Sağlık Örgütü veya Dünya Gümrük Birliği’nden tavsiyeler istenir. Buna rağmen uyulmuyorsa, problemin nedenini yerinde anlayabilmek için o ülkeye bir misyona, ziyarete gidilir. İlgili Bakanlarla görüşülür.

NG: Uyuşturucu bir suç olduğu için acaba muhatap Adalet Bakanlığı’mıdır?

SA: Uyuşturucu ile mücadele bir tek bakanlığın işi değildir. Hemen hemen her bakanlığın katkıda bulunduğu bir savaştır. Sağlık, Adalet, Milli Eğitim, Ulaştırma, Ticaret Bakanlıkları… Ama temelde İç İşleri, Adalet, Sağlık ve Milli Eğitim Bakanlıkları en fazla ve her an konuyla ilgili olanlardır. İç İşleri Bakanlığı arzla mücadele için çalışır; uyuşturucu imalatı, kaçakçılığı, trafiği gibi… Adalet Bakanlığı bu suçtan yakalananların nasıl yargılanacağı, cezalarının ne olacağı; kullanıcı olursa ne olur, satıcı olursa ne olur gibi yasalarla ilgili hususlara eğilir.
Sağlık Bakanlığı ilaçlar, ilaçların kontrolü, bağımlıların tedavisi konusuyla ilgilenir. Önleyici tedbirler ve talep ile mücadele için de Milli Eğitim Bakanlığı gereklidir. Buna Aileden Sorumlu Bakanlık da girer.

NG: Bu kadar dağınık bir mücadelede başarılı olabilmek için Bakanlıklar arası koordinasyon ve istihbaratın mükemmel olması gerekir sanırım… Ülke içinde büyük bir networkten söz ediyoruz…

SA: Network şarttır ve Kurul her ülkede belli bir bağlantı noktası ile temas etmek zorundadır. Sözleşmelerin zorunlu kıldığı raporlarda, yılda ne kadar eroin yakalandığı, bu suçu işleyen kaç kişinin cezaevinde olduğu gibi bilgiler yer alır. Bu bilgiler BM’e verilir. Bu raporda, bir ülkenin bir sonraki yıl, örneğin morfin gibi, ne kadar kontrollü maddeye ihtiyacı olacağının bildirilmesi de gerekir. Böylece dünya üzerindeki ihtiyacı saptayabiliyor ve örneğin şayet haşhaş, afyon gibi bir doğal ürün ekilecekse, o ülkelere “şu kadar ekebilirsiniz” izni veriyoruz. Talebi karşılayacak miktarda üretim yapılmasını da sağlayan bu Kuruldur. Dolayısıyla tamamen pratiğe yönelik bir çalışmadır.

Ülke içindeki bağlantı noktası Dış İşleri Bakanlığı’dır. Dış İşleri Bakanlıkları her ülkede kendilerine bir irtibat noktası tayin ederler; Türkiye’de bu hâlihazırda Sağlık Bakanlığı’nın içersindedir.

NG: Afyon, haşhaş gibi doğal ürünlerde ekilecek miktarı da Kurul saptıyor dediniz.
Hatırlarsanız Türkiye bundan bir 25-30 yıl kadar önce afyon ekimi konusunda Amerika’nın başı çektiği bir boykot ile karşılaşmış ve üreticimiz bundan çok zarar etmişti. Üstelik olayın batı basınındaki yansımaları tamamen farklıydı: Efendim, Türkiye’de ekilen haşhaşı zaten tüm toplum kullanıyormuş da, uyuşturucu bu ülkede çok yaygınmış da ondan yasaklanmalıymış falan, filan…
Bu konu nasıl sonuçlanmıştı?

SA: 1970’lerde, Sayın Bülent Ecevit zamanında olmuştu. Bu olay esasen sonunda Türkiye açısından çok olumlu bir gelişmeye dönüştü. Afyon üretiminde 80’e, 20 kuralı vardır. Şöyle ki, bu formüle göre, üretilen malın %80’ini ABD almayı taahhüt eder. Bir ticaret yapıyorsunuz ve alıcınız garanti; bu önemli bir şeydir.
Aynı tarihlerde Hindistan için de benzer kısıtlamalar getirilmişti. Hindistan da malının önemli bir bölümünü ABD’ne satar. Dolayısıyla Türkiye ve Hindistan geleneksel afyon üreticileridir. Türkiye için hala bugün, o tarihte yapılan bir sözleşmenin sonucu olarak bu 80’e, 20 kuralı geçerlidir. Bugün piyasada başka ülkeler de var tabii ama temelde bütün dünyanın kullandığı ağrı kesicilerin içinde bulunan stratejik bitki haşhaşını büyük ölçüde bizim ülkemiz sağlamaktadır.
70’lerdeki asıl mesele, Türkiye’de üretilen haşhaştan elde edilen afyonun morfine dönüştürülmesi; oradan eroin imalatı ve bu eroinin Avrupa’ya gönderilmesi idi. Örneğin Marsilya, Türkiye’den giden eroinin dağıtıldığı önemli bir limandı. Tabii aleyhimize bir sürü dedikodu da çıktı. Fakat kanımca daha sonraki yıllarda Türkiye, çok ciddi bir eroin imalatçısı ülke olma lekesinden kurtulmuştur.

NG: Türkiye’nin uyuşturucu karnesinde neler yazıyor?

SA: Maalesef hala ciddi sıkıntıları olan bir ülke konumundayız. Bunun ana sebebi “coğrafyamız”dır. Eroinin yolu bizden geçmektedir.
Dünyadaki başlıca eroin üretimi Afganistan’da yapılmaktadır. Daha önceki yıllarda ham afyon olarak çıkan ürün bugün eroin olarak pazarlanmaktadır.

NG: Bu kadar basit bir işlem midir ki ham afyonu eroine dönüştürmek?

SA: Çok basittir. Okuma, yazma bilmeyen köylüler tarafından üretilmektedir. Ancak üretim için Afganistan’da bulunamayan bir takım kimyasallar da gereklidir. Bu kimyasallar gelişmiş ülkelerde üretilir. Maalesef bir de bu maddelerin de kaçakçılığı oluyor. Hangi ülkelerden Afganistan’a gittiğini bilmek de mümkün değil.

NG: Niçin?

SA: Çünkü en temel kimyasal madde (ölcül) önce ithalat yoluyla, yasal olarak bir ülkeye girse de, daha sonra kaçağa kayıyor ve takibi imkânsızlaşıyor.

NG: Çok insan para kazanıyor tabii bu işten, değil mi? Bir sürü kartel…

SA: Evet, tabii ki. Bu tüm uyuşturucular ve uyarıcılar için böyle; hatta ciddi sorun teşkil eden sahte ilaçlar için dahi.
Kaçakçılığın çok gelir getirdiğini biliyoruz; maalesef terörü de besliyor. Uyuşturucu ve silah sık, sık birlikte de gidiyor.

NG: Ya HIV–AIDS? Afrika’nın durumu?

SA: Madde bağımlılarıyla yayılan HIV – AIDS’te enjektör paylaşımı vardır. Yani aynı enjektörle birbirlerine madde enjekte etmiş olmaları gerekir. Afrika’daki AIDS sorunu öncelikle korunmasız cinsel ilişkiden ve değişik etnik savaşlar sırasında ırza geçmenin bir silah olarak kullanılmasından kaynaklanmaktadır.

NG: Ne yazık ki bundan her zaman en çok kadınlar zarar görüyor…
AIDS başka nerelerden ve nasıl yayılır?

SA: İğneyle AIDS bulaşması daha çok Asya ülkelerinde görülüyor. Cezaevlerinde bunu sık, sık görüyoruz. Oradaki koşulların da kötülüğü nedeniyle enjektör paylaşan eroin bağımlıları HIV virüsüne yakalanabiliyorlar.
Mesela Rusya cezaevlerinde, İran cezaevlerinde…

NG: İran mı? Bu kadar kapalı, din ve şeriat kanunlarının %100 uygulandığı bir toplumda? Yerli müşteriden talep olmalı…

SA: Evet. İran, nüfusuna oranla en yüksek uyuşturucu bağımlısını bulunduran ülkedir. En önemli neden ise Afganistan’la çok uzun ve bir türlü kontrol edemediği bir sınırının olmasıdır.

NG: Türkiye’de ve özellikle de okullarda durum nasıl?

SA: Türkiye değişik çevrelerde, değişik tehlikelerle karşı karşıyadır. Gençlik açısından bakıldığında öncelikle okulda olanlar ile sokakta olanları ayırmak gerekir. Okumayan çocuklar tabii ki çok daha fazla risk altındadırlar. Bu risklerin başında tiner, benzin gibi uçucu madde bağımlılığı gelmektedir. Bu maddeler sadece bağımlılık değil, beyinde geri dönüşümü olmayan hasar yapar ve şiddete yönelik davranışları da körükler. Dolayısıyla bu çocuklar kendi aralarında, polise ve diğer vatandaşlara karşı beklenmedik şiddet gösterebilirler.
Normal koşullarda böyle çocuklar olmadıkları halde, herhangi bir uçucu madde kullanımı sonrasında davranışları tamamen agresif olabilir.

NG: Şiddet eğilimi, suçluluk genetik midir?

SA: Şiddete yatkınlığın genetik ile bir ilgisi olup, olmadığı çok uzun zamandır merak edilen ve 60–70 yıldır üzerinde çalışılan bir konudur. Bir takım hormonların, salgıların insanı daha agresif yaptığı biliniyor. İkinci husus ise, bazı kişilerin kromozomlarında (xy olması gerekirken) xyy gibi bir takım anomaliler olduğu görülüyor. Acaba bu insanlar daha mı agresiftir? Daha mı maçodur? gibi düşüncelerle kimi seri katillerde gerçekten xyy olduğu görülmüştür.
Şu var ki, küçükken şiddet görenler bir döngünün içine düşerler. “Şiddet gören, şiddet gösterir” diyoruz. Ayrıca karşılaşılan şiddetin DNA üzerinde de bazı modifikasyonlar yaptığına dair çok ciddi yayınlar var. Bu nedenle, “çocuklarınızı dövmeyiniz” diyoruz. Çocukları dövmeyin dememizin sebebi, şiddetin sadece öğrenilen bir davranış olmayıp, insan DNA’sı üzerinde de ciddi tahribatlar yapmasıdır.
Ancak bir “seri katil geni” diye bir şey de yok.

NG: Ama: “Öldürdüm ama n’apim, benim elimde değildi” gibi saçmalıkları da sık, sık duyarız…

SA: Bir takım kromozom anomalilerini savunma stratejisi olarak kullanan katiller de gerçekten olmuştur. “Ben doğuştan şiddet göstermeye meyilliyim, dolayısıyla masumum” gibi savunmalar… Çok ender buna itibar edilmiştir.
Şiddet bir tek geni meselesi değildir ki; birçok faktörün bir araya gelmesiyle bir insan suç işler.

NG: Ama suç işlemeye yönelik bir yatkınlığı olabilir; madde bağımlısı olabilir, değil mi?

SA: Hatta ailesinde de şiddet yanlıları, suçlular vardır. Aynı zamanda okula da gitmiyordur; devamlı dayak yiyordur veya cinsel tacize uğramıştır gibi…

NG: O halde 75 yaşındaki Vakit gazetesi eski yazarı Hüseyin Üzmez’in, 13 yaşında ve akli dengesi tam yerinde olmayan bir çocuğa cinsel taciz ile suçlanıyor olmasını nasıl izah edebiliriz?

SA: Şimdi bu bir pedofili; yani küçük çocuklara olan cinsel düşkünlük. Hiç kuşkusuz daha önce de böyle şeyler yapmış diye düşünebiliriz. Ancak, bu dürtülerini uzun süre kontrol altında tutmuş ve bu ilk vakası da olmuş olabilir.
Ayrıca hemen şunu vurgulamak isterim ki, pedofili olayları Türkiye’de hiç öyle ender rastlanan vakalar da değil! Şimdilerde ortaya çıkmaya başladığı için duyuyor ve öğreniyoruz.

NG: İnsanlar şiddete karşı koymaya, cesaret göstermeye, konuşmaya ve yargıya gitmeye başladı… Hiç kolay değil ama bravo…

SA: Evet. Çocukların cinsel istismarı bütün dünya üzerinde en seyrek açığa çıkan olaylardır ve tam sayıları bilinmez. Örneğin, çok büyük reaksiyonlar uyandırmış olan olaylardan birisi, bir dizi Katolik rahibin ABD’inde karışmış olduğu pedofili olaylarıdır. Yargılanıyorlar; ciddi tazminatlar ödüyorlar ama örneğin Vatikan’ın niye daha fazla tepki göstermediği ve bu olayları bildiği halde o rahiplerin sadece sorumlu olduğu kiliseyi ve ülkeyi değiştirmekle kaldığı hala çok sorgulanıyor.

NG: İstenildiği kadar çevre değiştirilsin, huylu, huyundan vazgeçer mi?

SA: Geçmez, çünkü bu bir hastalıktır. Hüseyin Üzmez olayında kızın annesi de fuhuşa teşvikten yargılanacak; zira olayı bildiği halde sustuğu anlaşıldı.

NG: Vatikan ve Vakit, din adına enteresan…

SA: Pedofili, fuhuş gibi olaylar Türkiye’de az görülen vakalar değildir; ekonomik sıkıntılar da önemli ölçüde bu olayları tetiklemekte ve aileler de buna göz yummaktadırlar. Zaman, zaman aileler kendileri de olayların üstünü örtüyor.

Ayrıca unutulmasın ki, bunun bir başka boyutuda ensestdir. Ensestle ilgili de Türkiye’de çok sayıda vaka var ve kesinlikle üzerine gidilmesi gerekir. Maalesef gündeme getirilmiyor ve meydana çıkmıyor.

NG: Siz bir konuşmanızda, “Türkiye’de en az 1.5 milyon faili meçhul olay olduğunu, suç oranının artmakta olduğunu ve suçun oluşmadan önlenmesinin gerektiğini” söylemiştiniz. Bir faydası oldu mu?

SA: Ekonomik sıkıntıların yola açtığı suçlarda büyük artış var. Kadınların suç işleme oranınında da artış olduğunu görüyoruz. Feminist kriminoloji açısından bunun bir sürü izahı var tabii.
Ancak her 100.000 kişiye düşen suçlu sayısına bakınca, Türkiye hala masum ve güvenli bir ülkedir.

NG: Ensest ve pedofili olayları genelde bölgesel midir?

SA: Hayır; bu bir hastalık olduğu için etnik köken, ekonomik durum, kültür gibi durumlardan etkilenmez. Şizofreni gibi…

NG: Soruşturmaların doğruluğu ve sağlığı açısından ülke çapında bir DNA Bankası oluşturmanın zorunlu olduğuna sık, sık değiniyorsunuz. 2006 yılında bu talep TBMM’ne sunulmuş ancak henüz bir sonuç alınamamış. Neden?

SA: Temel neden bence şudur: Bir ülkenin “bir tane” DNA Bankası olur. Bu sayısal bir veri, bir şifredir. Bu verilerin tümü bir bankada, yani bir bilgisayar ortamında muhafaza edilir.
Ülkemizde DNA analizleri yapan bir çok yer vardır.
Mesela olay yerinden elde edilen delillerin bakıldığı, DNA’ların analiz edildiği polis kriminal laboratuvarları var; kırsal kesimden sorumlu olan güvenlik gücü jandarmanın kendi laboratuvarı var; Adalet Bakanlığı Adli Tıp Kurumu’nun da ayrıca var. Dağınık…
Tüm bilgilerin aslında tek bir merkezde, bir ortak tabanda toplanması lazımdır.
İşte bu ortak tabanın kontrolünün kimde olacağı konusunda bir problem yaşanıyor; bu İç İşleri Bakanlığı mı; Adalet Bakanlığı mı olsun? Bir türlü karar verilemiyor..

İkinci sorun ise, bu bankaya kimlerin DNA’sı girer, girmelidir; ne kadar süre kalır ve oradan nasıl çıkar konularında da bir fikir birliği sağlanamıyor. Suçların ve suçluların da değişik tipleri yok mu? Bu suç tiplerinin hangisini bankalayacağız? Bu da apayrı bir soru.

NG: Bu konuda en akıllı ülke hangisidir?

SA: En akıllı değil belki ama en geniş bankası olan, bankalamayı 6 yaşa kadar indirmiş olan İngiltere’dir. İngiltere, suç tipi ne olursa olsun şüpheli duruma düşülen her olayda mutlaka DNA’yı bankalar. 6 yaşında komşunun camını kıran çocuk için, bugün cam kıran, 5–10 seneye kalmaz adam öldürür, diye düşünür.

NG: Suçu önleyici olsun diye herhalde…

SA: Doğru ama diyelim ki şüphelilerinde içinde olduğu böylesine geniş bir bankanız var. Ama birisi artık şüpheli olmaktan çıktı; suçla bir ilgisi olmadığı anlaşıldı. İngiltere, “Belki suçu ispat edemedim ama ben durup, dururken bu kişiden şüphelenmedim ya” diyerek kişiyi yine de bankadan çıkartmıyor. Benzer şekilde parmak izlerini de çıkartmıyor. Bu konu ta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine kadar gitti. Herkes bankanın içinde… Üstelik İngiltere, bankadaki verileri sonsuza kadar tuttuğu için dünyanın en büyük bankasına da sahip.

Bu tabii en uç nokta ama şöyle de bir gerçek var. İngiltere böylece haftada en az 500 olayın failini sadece DNA bankası sayesinde çözebiliyor. Suçsuz olanların da masumiyetini kanıtlanabiliyor.
Tek bir DNA Bankası olmaması yüzünden Türkiye bugün çok sıkıntı çekmektedir. Unutulmasın.

NG: Çok teşekkürler.

  1. 2-18-2012

    İŞTE BENİM KRİMİNOLOJİ KULÜBÜMDEKİ ÖĞRENCİLERİMİN SALI GÜNKÜ DERSİMİZDE PROGRAMINI PLANLADIM!Bu röportaja girip analiz etmek ve bu meslek alanına davet etmek-ÇOK TEŞEKKÜR EDERİM!

    • 2-20-2012

      Asıl ben teşekkür ederim Fisun’cum. Beni yüreklendiriyorsun.

Leave a Comment to Nilgun Guresin