Prof. Dr. Aysel Ekşi

Nilgün Güresin’in bu haftaki konuğu Psikiyatrist Prof. Dr. Aysel Ekşi…
Prof. Dr. Ekşi’ye göre ‘Türkiye, irtica tehlikesinin farkında değil. Mısır’lı, Fas’lı, Cezayir’li kadınlar ‘bizden ders alın, gafleti bırakın’ uyarılarında bulunurken Türk kadınları hâlâ ‘gaflet’ içinde…’
Tesettürün uygulandığı bazı islam ülkelerinde; buna uymayan, başlarından ayak bileklerine kadar örtünmeyen kadınların şeriat hükümleri gereğince öldürülmeleri caiz sayılıyor. Şer’i kıyafet yasalarını ihlal etmekten, İran İslam devriminden bu yana, binlerce kadın hapis ve para cezasına çarptırıldı. Bazı ülkelerde kadın olmak zordur. İşte o ülkelerdeki bazı gazete manşetlerinden seçmeler: ‘İran’da kızlar otobüse arka kapıdan biner…’ / ‘İslam’da eğlence yoktur…’ / ‘Kötü örtünme fahişeliktir…’ / ‘Cezayir’de İslami kıyafet giymeyen 15 yaşındaki kızı öldürdüler…’ / ‘Bangladeş’te bir kadını mirasta eşitlik istediği için asmaya kalktılar…’ / ‘Suudi Arabistan’da erkekten yol izni almayan kadın yolculuk yapamaz…’ / ‘Batılıların çoğu Suudi gözüyle fahişedir…’
Prof. Dr. Ekşi, bir hekim olarak psikiyatri alanındaki bilimsel çalışmalarının yanısıra, ‘İslami yaşam biçiminde kadınının statüsü ve kadın-erkek ilişkileri’ üzerine de çeşitli araştırmalar yapıp kitaplar yazmıştır. Prof. Dr. Ekşi, kadın hakları ve kadının güçlenmesi konularına eğilen sivil toplum kuruluşlarının aktif isimlerinden biridir. 1970’lerden beri bu konulara eğilmekte olan Prof. Dr. Ekşi, özgürlük ve insan hakları adına yıllarca Avrupa’nın himayesinde yaşayıp yeşermiş ve güçlenmiş bir Ayetullah Humeyni’nin; İran’a şeriatı getirdikten sonra, özgürlük ve insan haklarını nasıl yorumladığını, somut örneklerle gözler önüne seriyor. Prof. Dr. Ekşi: ‘Türkiye’de, gelmiş geçmiş bütün politikacılar ‘oy’ uğruna ülkedeki genç demokrasiyi kullanmışlar; sinsice topluma nüfuz etmeye başlayan İslami yaşam biçimini görmezden gelmişlerdir. Bugün, tehlike ne yazık ki çok yakınımızda, irtica kapımızın önündedir.’ Diyor.
Çeşitli kamuoyu araştırmaları ve medya haberleri de yukarıdaki savı destekler niteliktedir. Nitekim bugün aşırı dinci gruplar, hükümetler desteklememiş olsalar ve devletten büyük baskılar gelmemiş bile; belli bir güce ulaşırlarsa, o ülkede Müslüman insanların doğumdan, ölüme kadar tüm yaşamlarına karışma hakkını kendilerinde görüyorlar. İnsanların yaşamını din adına istedikleri gibi saptırmakta ve baskı yapmakta engel tanımıyorlar. Bu baskıyı en çok hissedenler de, kuşkusuz şeriat rejimini istemeyen, çağdaş Müslüman kadınlardır.
‘Ben dine ve dinsel inançlara saygılıyım. Ama ‘dindar’la ‘dinciyi’ kesinlikle birbirinden ayrı görüyor ve son yıllarda dincilerin elinde dinin çarpıtılmasına kayıtsız kalamıyorum. Bugün ülkemizde öyle bir noktaya gelindi ki; İran’daki, Cezayir’deki, Mısır’daki kadınlar ‘bizden ders alın’ diye feryat ediyorlar. Yüzyıllar boyunca İslamiyet, dünyanın en yardımsever, ılımlı ve başka dinlere göre daha hoşgörülü olmasıyla anılırken; son yıllarda ‘İslami uyanış’ veya ‘İslami diriliş’ gibi adlarla ortaya çıkan siyasi akımlar bu özelliklerini gölgelemeye başladı. Bu siyasal akımlarda özellikle kadınların yaşam biçimini tümden değiştirme çabası dikkati çekiyor. İslamiyet’in erkek egemenliğine dayalı yönü vurgulanıyor; kadına eşitlik, adalet ve bağımsızlık verilmesini isteyen yönü dikkate bile alınmıyor. Katı ve sofu kurallar ‘İslamiyet’ adına yaşama geçirilmeye çalışılıyor…’
Prof. Dr. Ekşi’nin bu saptamaları ister istemez aklıma şu soruyu getiriyor: Türkiye, İran’da yaşanan gerçeklere rağmen, Humeyni’nin izini mi sürüyor? Bu merakla biz de kendisiyle ‘Türkiye’de türban, laiklik ve din’ konularını konuşuyoruz…
Nilgün Güresin: Sayın Ekşi, ‘türban’ krizine nasıl geldik? Bu süreci siz nasıl yorumlarsınız?
Aysel Ekşi: İstanbul Çapa Tıp Fakültesi’nde doktorluk yaptığım yıllardı… Rumeli Caddesindeki muayenehaneme 1985’de gelen bir İran’lı kadın hasta: ‘Ben Türkiye’ye ülkemin kokusunu koklamak için geliyorum. Ama her gelişimde artan camileri, Kuran kurslarını ve türbanlı kadınları görüyorum. Bizler de Şah’a rağmen, sevgili vatanımız İran’a böyle geri bir rejim gelmez, gelemez diye olayları hafife aldık. Bugün Türk kadınları da aynı gaflet içinde…’ demişti. Bu cümleyi duyunca, sanki tokat yemiş gibi kalakaldığımı, tüylerimin diken diken olduğunu hala hatırlıyorum…

Yaşamını artık vatanı İran’ın dışında sürdürmek zorunda olan bu aydın kadın; ülkemizde okula gönderilmeyen kız çocuklarının sayısındaki artışı… Kadınlara yönelik şiddet ve töre cinayetlerininin önlenemeyen yükselişini… İslami eğitimi ve yaşam biçimini öneren dini yayınların ve camilerin akıl almaz ölçülerde artmasını… Tıpkı Humeyni öncesi İran’daki hazırlık dönemine benzetmekte ve bizleri dostça uyarmaktaydı.
Aynı yıllarda, eşim, gazeteci Oktay Ekşi’ye de ‘Siyasal İslam’ konusunda duyarlı olan kadın ve erkeklerden sık sık uyarı telefonları ve mektupları gelmeye başlamıştı. Laikliğin ciddi bir tehlike altında olduğunu anlamaya başlamıştık. Bu duygu ve düşüncelerle; Türkan Saylan, Necla Arat ve Aysel Çelikel ile beraber, 1989’da ‘Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ni kurduk. ÇYD olarak ilk çıkışımız, Türkiye’nin irtica tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu, devletin en üst kademesine büyük bir imza kampanyasıyla duyurmak oldu. Bunu, akademik çevreden iş dünyasına, 10 bin kadar kadının katıldığı İstanbul Okmeydanı’ndaki ‘laiklik yürüyüşü’ izledi. Suna Koç ve Beyhan Eczacıbaşı gibi tanınmış kişiler de yürüyüşe katılarak destek verdiler.
ÇYD’nin kuruluşunda Başkanlığını ben yaptım, daha sonra görevimi Sayın Türkan Saylan’a devrettim. Dernek, düzenlediği paneller, seminerler ve yayınlarla toplumda irtica tehlikesine karşı bilinç yükseltici çalışmalar yaptı. Önemli ve saygın bir sivil toplum kuruluşu olarak kendisini ispatladı. Ben de hekimliğimin yanısıra sivil toplum kuruluşlarında aktif rol alarak, özellikle ‘gençliğin sorunları’ üzerine araştırmalar yaptım ve gençlerin ‘Siyasi İslam’ ile ilişkisini anlamaya çalıştım.

NG: Bu konuyu biraz açabilirmiyiz? Bir taraftan ‘türban’ takarak saçının tek telini göstermek istemeyen, diğer taraftan da süslenen ve hatta yoğun makyaj yaparak sokağa çıkan bir genç kadın kitlesi var. Bu bir ikilem, bir kimlik karmaşası değil midir?
AE: Türban ilk takılmaya başladığında, İstanbul Tıp Fakültesi’nin kız öğrencileriyle sohbet ederdik. O zamanki düşünceler ve motivasyon daha farklıydı. Öğrenciler, ‘Başımızı örtmek, bizleri erkeklerin bakışlarından, tacizlerinden koruyor. Böylece bacı muamelesi görüyoruz.’ derlerdi. Ama şimdi konu tamamen saptırıldı ve siyasileştirildi. Kadınlar ve gençler partilerin hedef kitleleri oldular. Siyasal İslam ve onun simgesi olan türban konusunda siyasi partilerce seçilip eğitildiler. Kendi çevrelerindeki diğer gençleri de maddi ve manevi etkileme sanatını öğrendiler. Türbanına söz söyleyenlere nasıl davranılır ve ne karşılık verilir konularında davranış bilimleri dersleri aldılar. Ancak ikilemden kurtulamadılar. Zira İslami simge olan türban; bir yanda cinsel açıdan kadını koruyan zırh rolünü üstlenirken, diğer taraftan kadının doğasında olan süslenme içgüdüsü ve özgüvenle birlikte bu günkü özgün tarzına ulaştı…
NG: Anlattıklarınızdan, Türkiye’de gençliğin hala en büyük sorunlarından birinin kimlik ve aidiyet sorunu olduğunu görüyorum. Yaşam biçimine yönelik seçimlerinde özgür değiller; çabuk etki altına girebiliyorlar. Gençlik bir yandan batı kültürü ve normlarını benimserken, bu değerlere karşı da çıkıyor. Diğer yandan da gelenekleri savunan bir İslami yaşam biçimini de kabullenebiliyor. İslami yaşam biçimi kimlik arayışını ortadan kaldırabilir mi sizce? Kimlik kargaşası sonunda tek bir kimlik ve yaşam biçimi olarak İran modeli seçilebilir mi? Böyle bir ‘model’ özellikle Türk kadınından neler götürebilir?
AE: İran modeli, şeriat hükümlerinin özellikle kadınlara yönelik uygulanması amacıyla Türkiye’ye ithal edilmek istenilen yaşam biçimidir. Kadını ezip baskı altında tutar. İslami rejim kadını ‘birey’ olarak tanımadığı için, bugün İran’lı bir kadın mahkemede tanıklık yapamaz. Bekâr kızdan, bakire olduğunu gösteren rapor istenir. Geçici evlilik ve kumalık, siyasal İslam’ın olmazsa olmaz kurallarıdır…
Şah’ın devrilip, Humeyni’nin ktidar olmasıyla o dönemlerde din adına 12 bin kişinin idam edildiği nasıl unutulur? Geçtiğimiz Nisan, erkeklerle eşit haklar isteyen İranlı kadınları ahlak polisinin coplatıp, tutuklattığını; gazetelerde ve televizyonlarda ibretle izlemedik mi? Ancak sadece kadınların değil, örneğin kısa pantolonu ile evinin bahçesinde çim biçen erkeğin de kendisini başkalarının namus bekçisi olarak görenlerin saldırgan söz ve davranışlarına hedef olduğunu biliyoruz… Böyle bir Türkiye mi istiyoruz biz? Türk kadınları ve erkekleri geleceği böyle mi yaşamak istiyorlar? Bence bunun en önemli nedenlerinden biri yıllardır biriktirilmiş bir intikam içgüdüsüdür…
NG: Kim kimden intikam almak istiyor?
AE: Özellikle büyük kentlerde yıllardan beri kendini dışlanmış hisseden kitle; artık sermaye sahibi, medya sahibi ve para sahibi. ‘Biz de ‘sizler gibi’ yaşamak, büyük şehrin nimetlerinden yararlanmak istiyoruz’ diyorlar. Kadınlar ‘Biz de ‘sizler gibi’ şık olmak istiyoruz’ diyorlar… Türban takıp, uzun elbiseler içinde gezenler; içlerinde en pahalı ipek iç çamaşırlarını, ziynet eşyalarını taşıyorlar. Tesettürlü kesim için yapılan özel defilelere, gelişen moda sektörüne bir bakın… Burada türban takmayan kesimle, tutucu kesim arasında bir yarış görüyoruz. Bugün türbanlı kesim, adeta imtikam almak istermiş gibi bizleri, kentliyi dışlıyor. İşin ekonomik boyutuna gelince… Moda sektörü yeni bir tüketici kitlesi kazandı. Uzun etekli elbiseler, ipek eşarplar, gösterişi tetikleyen değerli ziynet eşyaları, rahat rahat harcanabilen varlıklar…
Ülkesi İran dışında yaşamak zorunda olan bir başka ünlü kadın gazeteci-yazar Amir Taheri, türbanla ilgili olarak şu bilgileri veriyor bize: ‘Bu yeni biçim başörtüsü Hıristiyan rahibelerin örtüsünden taklit edilmiştir. 1970’den beri kullanılmaktadır. O tarihte İmam Sadr, Şii toplumu ile Tahran arasında bir birlik kurmak üzere, Şah hükümeti tarafından Lübnan’a gönderilmişti. Bugün bu tip başörtüsü, aşırı dincilerin başörtüsüdür. Bunlar İslam dininin, Müslümanların, çağı yakalamalarından alıkoymak için kullanmak amacındadırlar. Eğer ayetlerdeki ‘hicap’ sözkonusu olsaydı, önemli olan saçı değil, yüzü kapatmak olurdu. Aşırı dincilerin esas amacı onların savundukları gibi, kadınların saçlarından yayılan radyasyonla delirip, sevişme isteği ile dolu erkeklerden kadınları korumak değildir. Esas fikir kadınlara hükmetmek, onları temel haklarından yoksun bırakmak ve kısaca onlara ‘hadlerini’ bildirmektir. Ben Beyrut’ta yüzleri korkunç şekilde yanmış genç kızlar gördüm. Kendilerini Allah’ın partizanları sayan sözde dindar kişiler, genç kızların yüzlerine kezzap atarak onları korkunç bir şekle sokmuşlardı. Bu kızlara yüklenen tek suç, erkeklerin emrettiği peçeyi takmamış olmalarıydı…’

NG: İslami görüş ve yaşam biçimini zorlamayla, ‘Mahalle Baskısı’ ile kabul ettirmek isteyen bu yeni sosyal gelişmeyle nasıl baş edilir acaba sizce? Bu baskı ilerde, Türkiye’de de başını bağlamayan kadınların yüzlerine kezzap atılma şekline dönüşebilir mi?

AE: Bugün Fas’daki öğretmenlerin durumu ‘Mahalle ve Komşu Baskısı’na verilecek en somut örneklerdendir. Başını örtmeyen öğretmenler dışlanıp çevrelerinden koparıldılar. Mahalle, semt, hatta ülke değiştirmek zorunda bırakıldılar. Baskıya dayanamayanlar ise en sonunda İslami giyim tarzını kabullendi. Oralarda din adamları, ‘Açık kadın fahişedir. Ona saygı duyulmaz. Ona mal satılmaz. Satan dükkânlar tahrip edilir.’ söylevleri verdiler. Töre kanunları, daha önce olmayan yerlerde bile hortladı. İşte size bir başka örnek daha: Bugün Suudi Arabistan’da, günlük yaşantı namaz saatlerine göre ayarlanıyor, kanun böyle. Namaz sırasında bütün iş yerleri, dükkânlar, hatta alışveriş merkezleri ve televizyon ekranları kapatılıyor. Herkes namaza gitmeye mecbur. Din polisleri her an peşinizde. Kız-erkek arkadaşlığı söz konusu bile değil. Ama kapalı kapılar ardında, herkesin bildiği bir sürü aykırılıklar yaşanıyor, şeriat yasakları adeta reddediliyor. Bütün dünya biliyor ki evlerde bira, votka, şarap üretiliyor ve içiliyor.
Konunun psikiyatri açısından da ayrı bir boyutu var: Dinsel baskıların olduğu, tutucu kapalı toplumlarda; ruhsal sorunlar açıkça konuşulup tartışılamadığı için çözüm de üretilemiyor. Cinsel taciz buna iyi bir örnektir. Toplum tutumu ile cinsel taciz olaylarını onaylamayan, bu kişileri dışlayan, halkını bilinçlendiren ülkelerde sonuç alınırken; kapalı toplumlarda sorunları namus adına, günah adına, ayıp adına sadece ertelersiniz…
NG: Namus adına, günah adına, ayıp adına; bu ruhsal tutarsızlıkları tartışmayıp görmezden gelmek, diğer toplumsal hastalıklara davet çıkarmak değil midir? Adı konmasa da, bizim toplumumuzdaki tutucu kesimde evlilik dışı ilişkilerde bir artış olduğunu araştırmalardan biliyoruz. Böyle bir yaşantıya ekonomik ve sosyal nedenlerle boyun eğen veya kabul eden kadınların çoğu kapalı… Bu nasıl bir çelişkidir? Bir taraftan namus adına, din adına türban takıp, diğer taraftan kendine olan saygını ayaklar altına alarak evlilik dışı bir ilişkiye göz yumacaksın… Bir hekim olarak böyle örneklerle karşılaşıyor musunuz? Bu çelişkiyi nasıl açıklayabilirsiniz?
AE: Türkiye’de kadın cinselliği çok vurgulanıyor. Bunu biraz da magazin medyası belirliyor. Ama asıl neden, birçok kadının başka hayatı olmamasıdır. Hemcinsleriyle cinsellik üzerine deneyimlerini paylaşıyorlar ve akşam olsun da erkek eve gelsin diye yolunu bekliyorlar.
Topluma mal olmuş kişiler bile hâlâ ‘erkek değil mi, yapar’ mesajları veriyorlar. Kadın kapatıldıkça, kadın-erkek sosyal beraberlikleri de azalıyor. Peygamberimizin yaşamından örnekler verilerek, kaç eşinin olduğu, İslamiyet’te kaç kadınla evliliğe izin verildiği sürekli tekrarlanır oldu. Böylece erkeklerin desteklediği, cesaretlendirdiği bu çevrelerde, evlilik dışı ilişkilerde bir patlama olduğu düşüncesindeyim. İlginç olan, bu tip evlilk dışı beraberliklerin kadınlar tarafından moda gibi benimsenerek, ‘Allahın emri’ olarak doğal kabul edilmesidir. Bedeninin bir parçasının bile açık görülmesini günah sayan bir çevrede, yasakların kadının daha seksi görünme istek ve davranışına yol açtığını düşünüyorum. Eve kapatılan ve üretken olmayan kadınların çevrelerinde cinsellik, en önemli zevk kaynağı olarak yaşanıyor. Erkeğin ise 2 kadınlı bir hayatı oluyor; biri yasal, diğeri de imam nikâhlı… Eve kapalı kadınların bir sürü psikolojik sorunları ortaya çıkıyor. Bu kadınları doktorlara götüren de 2 kadınlı erkekler oluyor… Bana bir gün yasal eşiyle geliyor; ertesi gün de metresiyle…
NG: Bazı Arap ülkelerinde kapalı kapılar ardında üretilen ve tüketilen içkiler gibi… Peki, bir psikiyatrist hekim olarak Türk toplumunun ruh sağlığı hakkında neler düşünüyorsunuz?
AE: Ruh sağlığımızın çok da bozuk olmadığını düşünüyorum. Sıkı ve güçlü aile ilişkilerimiz var. Bu bir taraftan bazen gelişmeyi engellese de, diğer taraftan daha az depresyona girmemizi sağlıyor. Büyük Gölcük depremi sonrasında, bizi bu karşılıklı konuşup dertleşmeler kurtardı. Gelişmiş ülkelerle mukayese edilince, bizdeki sıkıntıların kökeninde; sorunların, zamanında açık açık konuşulup halledilmemesi yatıyor. Tabii bir de uzmana danışma bilinci gelişemedi. Türkiye’de özellikle kadınların hâlâ çözemediği bir başka problem var ki biz ona psikiyatri dilince ‘conversion’ yani ‘histeri’ deriz. Kadınların, hoşlanmadıkları durumlar olduğunda başvurdukları bir yöntemdir bu. Çoğu kez bilinçli olarak yapılmaz: Düşüp bayılırlar.
Gençlerin ruh sağlığı açısından, televizyonların çok kötü örnek oluşturduğunu düşünüyorum. Birçok televizyon programının uyuşturucu ve madde bağımlılığı ile şiddetin artışında büyük rolü olduğunu söyleyebilirim. Ancak refah toplumlarında daha da ciddi gençlik sorunları var. Saldırganlık ve şiddet olayları, uyuşturucu kullanımı, aids ve boşanma… Özellikle 14-19 yaş arasında intihar oranı çok yüksek. İntiharların nedenini araştırıp, çözüm üretebilme konusunda en başarılı ülke İngiltere. İngiliz Parlementosu böyle ciddi bir toplumsal sorunu Parlementoya kadar taşıyarak, olaya el koydu. Milli Eğim Bakanını görevlendirdi. Araştırmalar yapıldı ve intihar olaylarının en çok ‘kendine güveni ve saygısı olmayan gençlerde’ yaşandığı saptandı.
Türk gençliği hakkında şunu söyleyebilirim: Maalesef çok umutsuz ve karamsarlar. Ülkeden kaçıp gitmek istiyorlar. Bu duru m da beni bir hekim ve anne olarak endişelendiriyor…
NG: Söyleşimizi sizin değerlendirmelerinizden cesaret alarak şu sözlerle bitirmek istiyorum: Türkiye’de kadınlar özgürlüklerinin değerini iyi bilmeli… Kadınların yaşamını sınırlamak, hiç kuşkusuz kadınları toplumda etkisizleştirmenin en iyi yoludur… İran’lı kadın gazeteci, yazar Amir Taheri’nin uyarısına kulak verelim: ‘Politikada hiçbir şey asla değişmez değildir. En olgun toplumlar bile dikkatsizlik, tembellik ve sosyopolitik sorumsuzluk karşısında deliliğe doğru yuvarlanabilirler. Biliyorum ki, Türkiye’de bazı sorumsuz kişiler; güç elde etmek, bunu pekiştirmek ve koruyabilmek için dinci fikirler ile oynuyorlar. Onları uyarıyorum: Bunu yapmayın! Bu tehlikeli bir oyundur. Biz İran’da bunu denedik. Ülkemizin mahvolması ve 1 milyondan fazla hayatın bitmesi ile ödedik. Dini güç elde etmek için bir araç gibi kullanmak bir kaplana binmeye benzer. İnsan kaplanın sırtından inmeye mecbur olunca ne olacaktır? Türkiye çağdaş dünyaya katılmalı ve cehalete karşı yapılacak savaşta diğer İslam ülkelerine örnek olmalıdır.’
Prof. Dr. Sayın Aysel Ekşi, Teksatır adına çok teşekkür ediyorum size…

Bir Yorum Yazın