Nazan Moroğlu

Konuğum bu kez, Türkiye’deki kadın hareketinin yıllardır içersinde olan, ülkemizdeki kadın-erkek eşitliğinin sağlanabilmesi için kadına positif ayrımcılığı kuvvetle savunan, Türk kadınının siyasi hayatımızdaki yetersiz yerini defalarca gündeme getirmekten asla sakınmayan hukukçu ve İstanbul Kadın Kuruluşları Birliği Başkanı Nazan Moroğlu.

Geçen haftalarda yine onlarca demeç, kutlama mesajı ve “şunu da yapacağız, kadına şunu da sağlayacağız” temennileriyle andığımız bir yeni 8 Mart Dünya Kadınlar Gününün hemen ardından Nazan Moroğlu’yu dinlemek en doğrusudur diye düşündüm. Bir zamanlar kadına saygıdan kusur etmeyen, hatta anaerkil bir toplum olmakla övünen Türk toplumu ataerkil egemenliği bir türlü sırtından atamıyor. Bu işler konuşarak da olmuyor tabiiki. “Kadına Yönelik Şiddet” kanun tasarısı geçenlerde TBMM’de görüşülürken parlamentoda kaç milletvekili vardı diye bir sormak lazım gelmez mi? Merak edenlere ben söyleyeyim: 14’ü kadın, toplam 58.
Nilgün Güresin: Sizce Türkiye siyaseti niçin hala kadınsız?

Nazan Moroğlu: Galiba Türkiye’de hala ilkel çağlardan kalan bazı anlayışlar var. Doğa ile kadının, akıl ve kültür ile erkeğin özdeşleştiği dönemlerdeki gibi… Dolayısıyla, yöneten hep erkekler; yönetilen de hep kadınlar oluyor. O ilkel çağlardan beri Türkiye’de çok fazla değişiklik olamadı.
Aslında Türk kadınları, dile kolay, bundan 78 yıl önce, 5 Aralık 1934’de TBMM’sinin hem seçme ve hem de seçilme hakkını kazandılar. Mustafa Kemal: “Eğer bir ülke kadınlarını geri bırakırsa, kendisi de geri kalmaya mahkûmdur” diyerek, ne kadar da doğru söylemişti.
Türk siyasetinde, dediğiniz gibi, kadının ne adı var ve ne de soyadı!

NG: Sayılarla 78 yılı özetleyebilir misiniz?

NM: 78 yılda 10.000’e yakın milletvekili seçilmiş; sadece 250 kadarı kadın.
Yerel seçimlere katılımda kadınların oranlarının yüksek olduğu düşünülse de, örneğin 2004 yerel seçimlerine baktığınızda 81 il, 883 ilçe, 2281 beldede 3225 belediye başkanı var; bunların sadece 18’i kadın.

Bu bir “utanç tablosu”ndan başka bir şey değil.

Eğer gerçek bir demokrasi ve kalkınma istiyorsak, kadınların da mutlaka yönetimde söz hakkı olmalıdır.
Bu öncelikle kanunların yapımı sürecinde çok önemli! Örneğin 2002 yılında yürürlüğe giren Medeni Kanun ile eski kanunda yer alan “koca ailenin reisidir” hükmü kalktı ve eşler eşit haklara sahip oldular. Ama evlilik süresince edinilen malların paylaşımına gelince, TBMM Genel Kuruluna bir önerge verildi ve eşitlik ilkesi tamamen çiğnenerek, “kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren geçerlidir” olarak kabul edildi.

Bildiğiniz gibi Türkiye’de %93 oranında gayrimenkuller erkeklerin üzerine kayıtlıdır; birikimler de öyle.
Böylece 30 yıllık evliler bu yasayla mal paylaşımının dışında bırakıldılar. “Kadınların mağduriyetini kaldıracağız” diyen bir hükmün tamamen aksi yapıldı.

NG: O dönemde TBMM’nde kadınların haklarını korumakla sorumlu, üstelik de hukukçu olan bir kadın devlet bakanı vardı; O ve diğer kadın parlamenterler, itiraz etmediler mi?

NM: Bu yasanın konuşulmaya başlanması 2001–2002 yıllarına dayanır. AKP’si muhalefette; MHP, MSP ve ANAP koalisyonu iktidardaydı. O dönemde milletvekili ve daha sonra Adalet Bakanı olan Mehmet Ali Şahin önergeye karşı çıkarak, “17 milyon kadını mağdur eden bir önergenin kabulü hakkaniyete aykırıdır” diye bir yazı da yazmıştı ve bu tutanaklarda da var.
AKP iktidarının sonra Adalet Bakanı olan Mehmet Ali Şahin tüm çağrılarımıza rağmen, o gün söylediğini bugün yaşama geçirmemekte ısrarlı…

17 Şubat 2009’da Meclis’de, Medeni Kanun için gündem dışı iki konuşma yapıldı. Birini Birgen Keleş; diğerini de Adalet Bakanı yaptı. Sayın Bakan aynen şöyle söyledi: “Ben bu kanun çıkartılırken, karşı oy yazısı yazmıştım. Kadının emeğine saygısızlık olduğunu savunmuştum”.
Ama sonuç: işte yine sıfır…
Kimse alınmasın. Bunun adı “Söylemde kalan demokrasi”dir.

NG: İktidarlar kadar, muhalefetler de kadına yönelik yasal düzenlemelerde genelde sessiz veya nötr kalmayı yeğlemiyorlar mı?

NM: Ne yazık ki hep başka şeylerin peşinde koşuyorlar.
Ancak, öyle veya böyle, uluslararası sözleşmelere taraf olan bir Türkiye, kendi kadınının siyasetteki yeri ve konumu meselesini halletmek zorunda.

Anayasa’nın 90. Maddesi diyor ki: Eğer temel hak ve özgürlüklerin kullanımı açısından bir ihlal söz konusuysa ki siyasete katılamama özünde bir kadın hakları ihlalidir, o zaman uluslararası sözleşmeler öncelikle uygulanır.

NG: Nedir bu uluslararası sözleşmeler?

NM: Kadınlara karşı ayırımcılığın önlenmesi sözleşmesinin 4. Maddesi: “Bir yerde, bir alanda eşitsizlik varsa, geçici özel önlemleri mutlaka yaşama geçirmelidir” der. Bir başka deyişle siyasete “kota” uygulamasının getirilmesi şarttır.

NG: Kota konusunu siyasiler seçimler öncesi dillendirirler ama sonra unutulur. Siz ne dersiniz?

NM: Ben de sadece siyasilerin güzel söylemleri diye düşünüyorum.
2010 öncesi iki seçimi ele alalım: 22 Temmuz 2007 ve yerel seçimler 29 Mart 2009.
Kadınlar aday-adayı olmak için aynı erkekler gibi paralarını tamtamına yatırdılar; herhangi bir indirim falan da almadılar. Üstelik bunların hiç de küçük meblağlar olmadığı bilinir.
DSP, CHP ve AKP başta olmak üzere, her partiden çok sayıda kadın aday-adayı oldu. İKKB (İstanbul Kadın Kuruluşları Birliği) olarak çoğunu yakından tanıdığımız için biliyorum: hepsi donanımlı, ülkeye katkısı olacak, hizmet etmek isteyen kadınlardı.
Ama listeler hazırlanırken, yine kadınlara yer verilmedi.

Hani nerede, “Kadınlar da birlikte yarışsın, hak ettikleri yeri alsınlar” söylemleri?

NG: Sadece göz boyama o halde…

NM: Evet, sadece vitrin. Onun için de bugün 549 milletvekilinin sadece 79’u kadın.

NG: Medyadan duyup, okuduklarımız ise kadınların aslında siyasete ilgi duymadıkları yönünde.
Sizin söylediklerinizle çelişiyor. Acaba medya mı okuru yanlış yönlendiriyor?

Tabii şu da bir gerçek: medyamızda, en alt kademelerinden başlayarak, üst yönetime gelmeyi başarmış, anahtar pozisyonlarda kaç kadın yönetici veya kadın bakış açısını anlayan kaç tane Genel Yayın Müdürü var ki?

NM: Son 15 yıla kadar bu doğru bir söylem olabilirdi ve çok da kullanıldı.
Ama ben “Kadın Hareketi”nin birebir içindeyim ve kadınların siyasete ne kadar çok girmek istediklerini biliyorum, görüyorum.
Şu aday-adayı olma sürecinde inanılmaz çaba sarfettiklerine de şahsen şahit oldum. Genel Başkanlarla görüşürler; kendilerini tanıtmak için her tarafa ulaşmaya çalışırlar. Birçoğu zaten kamuoyunun da tanıdığı, hizmeti görülmüş ve beğenilmiş kişilerdir.

İşte bu kahraman kadınlardan biriyle ilgili canlı bir örnek: Bir dönem Kadıköy Belediye Başkan Yardımcısı olarak görev yapmış olan İnci Beşpınar; gerçekten Kadıköy bölgesinde bütün halkı tanır; herkes de O’nu tanır ve nasıl hizmet verdiğini Kadıköylüler çok iyi bilirler.
Ataşehir ayrı bir ilçe oldu ve İnci Beşpınar “Ben Ataşehir’e aday-adayı olacağım” deyince hepimiz çok heyecanlandık ve tüm kadın kuruluşları bu kararını destekledi. Her birimiz partinin her kademesindekileri aradık. Zaten İnci Beşpınar’ın yaptıkları da kendi referansıydı.
Son ana kadar ‘O’ olacak diye beklerken, CHP bir erkek adayı seçti; inanamadık. Demek ki kadınlar adaylaşma sürecinde çok kalın bir duvarla karşılaşıyorlar.
Amerika’yı yeniden keşfe gerek yok. Batı ülkelerinde uygulanan kota sistemini mutlaka yaşama geçirmek lazımdır.

Her dönem mağdur olan ve savaşan kadınlar vardır ve bunların adları tarihe yazılır. Onlardan biri de İnci Beşpınar’dır bence.

NG: Siyaset bile bile İnci Beşpınar gibi bir gücü, bir kaleyi harcadı demek.
Kota nasıl gelebilir; bunun prosedürü nedir?

NM: Buna “cinsiyet kotası” denir. Anayasa ile birlikte düzenlenebilir; seçimle gelinen her kademede uygulama şartı getirilir; kadın ve erkek, her iki cinsten biri en az %40 temsil edilir.
Bazı ülkelerde doğrudan Anayasaya konulmuştur. Örneğin Fransa’da “parite demokrasi” vardır, yani kadın-erkek oranı %50–%50’dir.

Bir başka yol ise tüm siyasi partilerin tüzüklerine ve seçim kanunlarına kota maddesini koymaktır. Ama bizdeki siyasi partilerin bu alternatife çok sıcak bakmayacağını düşünerek, bunun Türkiye’de imkansız olduğunu söylemek durumundayım. CHP’de bir %25 cinsiyet kotası var ama bu da yalnız parti meclisi düzeyinde; bunun yönetimin her kademesine yayılması gerekir.
Dolayısıyla, göstermelik olarak kalıyor.
Her 5 Aralık’da tüm siyasi parti başkanlarından “kadının siyasetteki önemi” üzerine demeçler dinleriz… Her yıl 8 Mart’ta da hepsi “Dünya Kadınlar Günü” hakkında birbirleriyle yarış halinde yorumlar yaparlar ama sonuç değişmez.

NG: Siyasi katılımın demokrasi ile olan ilişkisini nasıl değerlendirirsiniz?

NM: Demokrasi ne kadar güçlüyse, kadın-erkek eşitliği de o kadar önem kazanıyor ve dikkate alınıyor.
Demek ki Türkiye’de hala demokrasiyi benimsememiş bir yönetim tarzı hâkim.
Egemen olan bu; o zaman erkek egemen bir siyaset oluyor. Erkekler de koltuklarını bırakmak istemiyorlar.

NG: Kocadan dayak yemeyi hatta şiddeti haklı gören bir kadın çoğunluğu da var ama…Üstelik aralarında eğitimlileri bile bulmak mümkün.

NM: Cumhuriyet devriminin sonrasında ülkeyi yönetenler birden karşı devrimin ilk adımlarını attılar. Bugün geldiğimiz nokta da bunu gösteriyor. Bu süreçte kadınlar adeta görünmez oldular.
Tablo açık: Türkiye’de kadınların %75’inden fazlası ya okur-yazar değil, ya da en çok ilkokul mezunu. 5 milyona yakın da okur-yazar bile olmayan kadınımız var. Hala birçok ailede kız çocuk bir üzüntü, erkek çocuğun doğumu ise sevinç kaynağı.
Kadınlara haklarını anlatmak, bilinçlendirmek tabii ki öncelikle iktidarların görevidir ama bunu Türkiye’de öncelikle üstlenmiş olanlar sivil toplum kuruluşlarıdır.

Şiddetten söz ediyoruz. Kadınlar ancak kendilerine şiddet uygulandığını düşünürlerse tepki gösterebilirler. Haklarını bilmiyor ve birçok şeyi şiddet olarak algılamıyorlar ki!.
“Yemeğin altı yanmıştı; kocam haklı, geldi bana bir tokat attı” diyebiliyorlar. Bu birçok kadın için bu şiddet değil.

NG: Kendisine şiddet uygulanmasına alışmış bir kadın, bunu öyle algılamasa da bu kez kalkıyor kendi çocuklarına şiddet uyguluyor; çocuklar da kendi eşleri ve çocuklarını dövüyor, bıçaklıyor ve bu öfke dolu düzen, katlanarak böylece sürüp gidiyor, değil mi?

NM: Tabii, aynen böyle. Aile içi şiddetin olumsuz yansımaları toplumun ciddi bir sorunu olarak ortaya çıkıyor. Evden okula ve sokağa taşınan şiddet olayları kolayca kavgaya dönüşüyor.
Örneklerini sık sık görüyoruz.

NG: Siyasi üslubumuzun bile ne kadar kavgacı, birbirini aşağılayıcı olduğunu izlemiyor muyuz? Bir birine söven milletvekilleri, Meclis ortamında yumruklaşmalar…
Modelleri böyle olan bir toplumda şiddetsizlik ancak ütopyadır, masaldır.

NM: “Öfke bir siyaset sanatıdır” diyen bir başbakan olursa, bu tarz benimsenen, tehlikeli bir örnek olmaya devam edecektir.
Biz İKBB olarak İstanbul’un kırsal bölgelerinde kadın ve erkeği birlikte bilinçlendirme toplantılarını bu nedenle yapıyoruz.
Görüyoruz ki, kadınlar ve erkekler evliliğe “öğretilmiş ve öğrenilmiş” bilgilerle giriyorlar. Kadınlara itaat etme; erkeklere de kadınların namusunu koruma öğretilmiş.
Peki, “evlilikten ne bekliyorsunuz?” diye sorduğumuzda ise, tüm çiftler “anlayış, dayanışma, sevgi” diyorlar. Beklentiler aynı ama geleneksel şartlanma nedeniyle çatışmalar çıkıyor.

NG: Türk Ceza Kanunu ne diyor?

NM: Yasalarımızda bile töre, ahlak, namus kavramları hep aile içinde ve kadın orada bir “özne” değil; bir “süje”.

Hatırlayacaksınız İstanbul’un çok yakınlarındaki, Beylikdüzü’nün imamı bir Cuma vaazında, “Çalışan kadın fahişedir, aldatır” demişti.
Kadın Kuruluşları Birliği olarak savcılığa başvurduk; kamu davası açıldı ve dava devam ediyor.
Böyle bir söylemde bulunulduğu zaman Başbakan veya Diyanet İşleri Başkanı’ndan, “Bu nasıl sözdür?” diye bir tepki gelmesi beklenmez mi?

Başbakanın eşi eğer Gazze’deki çocuklar ve kadınlar için büyük toplantılar düzenleyip, yurtdışından Katar Emiri’nin, bir zamanlar da Suriye Devlet Başkanı’nın eşini davet ederek, onlar için ağlıyorsa, burada, yanı başında 76 yaşında bir erkeğin cinsel tacizine uğrayan 14 yaşındaki kız çocuğumuza ve onun gibilerine haydi, haydi sahip çıkmalıydı.

Ama hala girmek istediğimiz “Avrupa Birliği” için müzakere sürecini yürütmüş olan bir Dış İşleri Bakanı bile “Eğer kocası iyi kazanırsa, kadın çalışmamalı” dememiş miydi?
Bizi yöneten anlayış nedir; bunu görüyoruz.

Kabineye de baktığınızda, eşlerin çoğu yüksek eğitimli ama hiçbiri çalışmıyor. Geleneksel yapıyı topluma örnek olarak sunuyorlar.
Töre cinayetlerinde kadının hala rol alıyor olması da, kadının kendi kimliğini bulamamış olmasına bağlı.
Ne acıdır ki, Türkiye genelinde %40 oranında kadının “aile içi şiddet mağduru” olduğunu biliyoruz.

NG: Siz “laikliği” nasıl tanımlıyorsunuz?

NM: Laiklik eşittir kadın hakları diyebiliriz. Laiklik ilkesi kadınların temel güvencesidir.
Bir ülkede eğer din kurallarıyla yönetim biçimi yerleşmiş ise orada kadın haklarından söz edilemez. Üç tek tanrılı din, kadınları hep belli bir konuma oturtmuştur. Bu nedenle din kuralları bireylerin vicdanına bırakılarak, laik hukuk kurallarıyla yönetilen ülkelerde kadın-erkek eşitliği olabilir.
Din kuralları kalıplaşmıştır; değiştirilemez. Oysa laik hukuk kuralları günün koşullarına göre değişebilir.
Nitekim Medeni Kanun laikliğin ülkemizdeki simgesidir.

NG: Türban konusu laiklik ile bağdaşıyor mu? Sizce bu bir insan hakları konusu mu, yoksa laiklik ihlali midir?

NM: Türban Türkiye’nin büyük bir sorunudur. Kadınlar için belki bir insan hakları ihlali olarak da bakılabilir, çünkü aynı anlayışta olan erkekler üniversiteye girerken kızlara bu kapı açılamamaktadır.

Burada sorun türbanın siyasete alet edilmesidir. Laik düzene başkaldırıdır. Bir hukukçu olarak, “Toplumda yargı kararlarının göz ardı edilmesi mümkün değildir” diyorum. Hem Anayasa’da ve hem de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarında laik düzeni korumak öncelikli görevdir.
Laikliğe yönelik kaygılarımız kesin olarak var. Cumhuriyet’in temel felsefesi göz ardı edilmektedir. Bu nedenle meydanları doldurduk.
Ama ne yazık ki Türkiye bugün daha İslami bir düzene doğru çekilen bir yönetim anlayışına kucak açmış bulunuyor.
Dışarıdan ve içeriden Türkiye üzerine önce haritalar çiziliyor; sonra da bu projeler uygulanıyor.
Yönetimler de buna, bilerek veya bilmeyerek aracı oluyorlar.

Dolayısıyla, Cumhuriyet’e bağlı, Atatürk’ün düşüncelerini benimsemiş olan herkes tepki verecek ve vermeye de devam edecektir. Binlerce yıllık, alışılmış bir dini devlet anlayışından vazgeçerek, Cumhuriyet ile batılı, laik düzene geçildi. Bugün bir “karşı devrim” sancısı yaşıyoruz; dolayısıyla bugün, “Ben ne yapabilirim?” deme zamanıdır.
Türkiye sentezini bulacak ve bu da laiklik temelinde olacak diye düşünüyorum.

NG: Siyasi partiler kendi parti politikalarına rağmen bir kadının giyim tercihi ne olursa olsun herkesi kucaklamalı mıdırlar?
Partilerin böyle bir açılımda gerçekten samimi oldukları nasıl anlaşılabilir?

NM: Başkanlar her zaman oy alıp, hükümet olmak için çabalarlar. Bu çok doğaldır ama evet, bir ülkedeki herkesin kucaklanması gerekir. “Sen bendensin; sen değilsin” sadece kutuplaşmayı getirir.
Çarşaflısı da, türbanlısı da bu ülkenin yurttaşıdır; siyasi partiler onları da kucaklamalıdır.

NG: Biliyoruz ki, kadının kimliğini elde edebilmesinin, güçlenmesinin yolu siyasetten geçiyor. Ankara’da ise sadece 79 kadın milletvekilimiz var. Böyle bir tablo karşısında Türk siyasetindeki “kadın dayanışması”nı değerlendirebilir misiniz?

NM: Bu bir “özeleştiri” olacak. Kadın milletvekillerimizde “Ben” faktörü maalesef daha önde; “Biz” anlayışı yok. “Ben” ise kadın dayanışmasının en büyük düşmanıdır.

Bırakın Meclis’deki tüm kadın milletvekillerinin bir konu üzerinde uzlaşmasını, zaman zaman bir partinin 9-10 kadın milletvekili bile, “Bu teklifi ben getireceğim; Genel Kurul’da ben konuşacağım”ın peşindeler ve bir araya gelemiyorlar. Dolayısıyla sorun büyük.

Kadın dayanışmasını Meclis’de yaşama geçiremedikçe ilerlemek de mümkün olamayacak. Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde Türkiye’de eşitliğe uygun yasalar çıkarıldı ama hemen hepsi kağıt üzerinde kalmaya mahkum.
TBMM’deki tüm kadın milletvekilleri şayet isteseler ve büyük bir güç olarak birlikte çalışabilseler, hem kamuoyu oluşturabilirler ve hem de Türkiye’deki aktif kadın hareketine öncülük edebilirler.

NG: Kadın milletvekillerimizden beklediğimiz de zaten bu duyarlılık ve bu sorumluluk.
Çok teşekkürler Sayın Nazan Moroğlu.

Bir Yorum Yazın