Nasuh Mahruki

1999 Depremi’nde 220 kişinin enkaz altından çıkartılarak hayata döndürülmesini sağlayan AKUT (Arama-Kurtarma Derneği) kurucusu Nasuh Mahruki sözkonusu depremi Türk halkı için bir “Zihin Devrimi Fırsatı “olarak algıladı ve depremin küllerinden çağdaş bir Türkiye nasıl yaratılabilir sorusunun kendince cevabını yazdığı kitabında vermeye çalıştı: “Vatan Lafla Değil, Eylemle Sevilir”. 17 Ağustos 1999’daki deprem bilançosuna göre siviliyle, siyasetçisiyle yapılan hataların bedeli 18.000 ölü idi. Herşey 45 saniyede olup, bitmişti.
2011’de ise Van’a sıra geldi. Van’ın yaraları hala sarılamadı. Yardımlar depolarda çürüdü; depolar yandı…Hava raporları halkı yoğun kar ve tipiye karşı uyarmaya devam ediyor. Alay edermiş gibi. Kısacası, hep aynı hikaye.

İşte Sayın Nasuh Mahruki ile yaptığım sohbet.

Nilgün Güresin: Siz ebedi öğrencisiniz galiba Nasuh bey. Zirvede kalabilmek için mi?
Nasuh Mahruki: Hayat öyle; daha doğrusu hayat o iş için -öğrenmek için- değerli.
NG: “Vatan Lafla Değil, Eylemle Sevilir” kitabını hem öğrenmek, hem de öğretmek için yazdığınızı düşünüyorum.
NM: Bu kitabı “40 yaş hesaplaşması” olarak yazdım. 39 yaşında iken bitirdim. İnsan 40’a doğru şöyle bir oturup, doğruydu, eğriydi; kimden ne alacağım, kime ne vereceğim var; ne yaptım, ne yapamadım gibi bir hesaplaşma yapma ihtiyacını duyuyor…
NG: Ben bu kadar bilinçli ve analitik bir bireysel hesaplaşmanın yapıldığını en azından Türkiye’de pek düşünemiyorum. Biz genelde günlük yaşar; alınyazım böyleymiş; her işte bir hayır vardır falan gibi yaklaşırız da hayata. Siz bu 40 yaş hesaplaşmasına çok erken başlamışsınız gibi geldi.
NM: Hayatım boyunca ben hep kendimle uğraştım; kendimi daha iyi tanımaya, iyi taraflarımı daha güçlendirmeye, yanlışlıklarımı toparlamaya çalıştım. Ama 40 yaş hesaplaşması daha başka bir şey. Dediğiniz gibi “analitik” bir şey…
NG: Siz sanki Türkiye ile de hesaplaşmak, hatta biraz da Türkiye’yi sorgulamak istemediniz mi?
NM: Evet, evet. Şöyle söyleyeyim.
Ben dağcılığa 20 yaşında iken, üniversitede başladım. Dağcılık sporunun bana çok uygun olduğunu keşfettiğim andan itibaren hayatım çok iyi, çok başarılı gitti. Ne hedeflediysem, hepsine ulaştım. Kar Leopar’ı oldum; Everest’e ilk çıkan Müslüman oldum; dünyanın en genç dağcısı olarak 7 zirveyi tamamladım.

Dağcılıkta bir sürü güzel iş yaptım. Sonra arkadaşlarımla birlikte AKUT’u kurduk.
NG: Bu örnek sivil inisiyatifi 1999 depremi sırasında öğrendik, tanıdık, takdir ettik… Ülkemizde de gönüllük anlayışının yerleşmiş olduğunu düşündük.
NM: Olağanüstü bir öyküdür AKUT. Deprem sırasında Türkiye’nin yanında olduk ve 220 insanın hayatını kurtardık. İlk günlerden itibaren ve bütün o kaos günlerinde yardım-dağıtım çalışmalarını organize ettik ve gerçekten ülkemize karşı sorumluğumuzu en üst düzeyde ve en iyi şekilde yerine getirdiğimize inanarak döndük.

Toplum da bizi çok el üstünde tuttu; saygı duydu. Silahlı Kuvvetler’le birlikte Türkiye’nin en güvenilir kurumu dahi seçildik.
NG: Deprem bitip de, yaralar bir ölçüde sarılınca ne oldu?

NM: Her şey çok iyi giderken, birdenbire bana oradan, buradan saldırılar başladı. Ne olup, bittiğini anlayamadım! Hayatım değişti.

Üstelik bu karalamalar ailemi ve özel hayatımı da hedef alan, onursuz ve adi saldırılardı. Bir Osmanlı ailesinden gelen benimle ilgili Türk ve Müslüman olmadığım iddiaları ortaya atıldı. Bunu söylemeye bile utanıyorum aslında.
NG: Ayrıca öyle de olsa ne fark eder ki… Önemli olan yerin altından sağ çıkardığınız 220 kişi değil mi?
NM: Enkazlarda deliler gibi çalışıyoruz; dönemin Sağlık Bakanı “AKUT’cular show yapıyor; haklarında soruşturma açtıracağım” dedi. İstanbul Valiliği tüm banka hesaplarımıza el koydurdu. Şu işe bakın Nilgün hanım!

Biz deprem bölgesinde kendimizi, hayatımızı ortaya koymuşuz, insan kurtarmaya çalışıyoruz, aldığımız cevap, karşılaştığımız muamele inanılır gibi değildi.
NG: Ne kadar sürdü?
NM: Saldırılar 2002’ye dek devam etti. Hayatımız o yıllarda çok zor geçti.  Her şey çok iyi giderken, bir anda hiç hazır olmadığım, hayatımda daha önce hiç görmediğim, korkunç bir muamelenin ortasında kaldım.
NG: Boşuna “Meyve veren ağaç taşlanır” dememişler…
NM: Bize yapılan muamele bunun bile çok ötesindeydi. Hak etmemiştik. Şaşırdık, üzüldük. Nereden çıktığını hiç anlamadık.

Ayrıca, medyanın etkili bazı isimlerini de benim üstüme saldırtınca, onlarla da birbirimize girdik. Uç ve marjinal militan grupların abuk, sabuk söylemlerine bile hedef olduk. Bütün bunlar bayağı ürkütücü bir hale dönüştü.

Amaç AKUT’u yıpratmak değildi; yok etmekti.
NG: Bir gün kahraman, ertesi gün düşman… Niçin olduğunu çözebildiniz mi?
NM: Çözdüm tabii ve o nedenle de bu kitabı yazdım. Önce, ilk 5–6 yıl AKUT’un niçin yok edilmek istendiğini hiç anlamadım.

Yine bir gün oturmuş, okuyorum, düşünüyorum; kafamda birden, hani bir şimşek çaktı derler ya, işte aynen öyle oldu. Gittim, 1999 depremi ile ilgili arşivimi yeniden didik, didik taradım. Kitapta görmüşsünüzdür; ciddi bir arşiv çalışmam var.
NG: Evet, kitabın arşivi çok dikkat çekici.
NM: Aklıma gelen fikirle bir kez daha oturup, belgelerin üzerinden geçtim. Ve olanı, biteni doğru teşhis ettiğime büsbütün inandım.

Kitabın bence en önemli bölümü 4. Bölümü olan “Zihin Haritası Değişimi ve Kaçırdığımız Fırsat” dır. “Zihin Haritası Değişimi” konusunu farkettiğim anda bütün taşlar yerine oturdu.
NG: Nasıl?
NM: 1999 depremi tüm travmasıyla, acılarıyla beraber aslında Türk toplumu için bir paradigma değişimi, bir zihin devrimi fırsatıydı. Çünkü toplumlar zihin devrimini kolay, kolay yapamazlar.

Osmanlı’dan, Cumhuriyet’e geçerken ancak Atatürk’ün eşsiz dehası ve öncülüğünde bir devrim yapılabilmiş. O’nun ileri görüşlülüğü ve bir “tek adam vizyonerliği” ile… Bütün o yaşanan acıların, verilen şehitlerin ve toprak kayıplarının sonrasında yeni ve modern Türkiye’nin tohumları atılmış ve çağdaş Türkiye Cumhuriyeti modern değerler üzerine kurulmuş.

NG: 1999 depremiyle kurduğunuz paralellik “seferberlik” ruhunun canlandırılıp, tetiklenmesi miydi?
NM: Çok daha küçük ölçekli olmasına rağmen ’99 depremi de aslında yanlışlarımızı, hatalarımızı yüzümüze şak diye çarpan bir olay olarak yaşandı.
NG: Yeter ki hatalardan ders almayı bilelim… Aynı hataları tekrar edene uygar ülkelerde pek akıllı diye bakmazlar.
NM: Toplumlar genelde böyle büyük acılardan sonra bir silkinip, kendilerine gelirler.
NG: Örneğin…
NM: Fransız İhtilali…

1789 Devriminden önce Fransızlar kilisenin ve soyluların mutlak egemenliğinde yaşarlar; burjuvası da, köylüsü de ezilirmiş. Derebeylik hüküm sürermiş. Bu zulüm ve baskıya daha fazla dayanamayan halk isyan edip, ihtilali yapıyor ve “Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik” değerlerini getiriyor. Yeni Fransız kültürü böyle şekillendirildiği gibi, Batı toplumları da bu değerleri benimsiyor.
NG: Şu da önemli bence. Fransa İhtilalinde “kadın” var; “kadın eşitliği” var. Kadınlar toplumsal hayatın zaten içinde. Her şey fifty-fifty. 1789’daki İhtilali de erkekler, kadınlar beraber yapmışlar; adeta Kurtuluş Savaşımız gibi.

Bizde ise kadının hayvandan (ki hayvanları aşağılamak gibi bir niyetim yok) farklı düşünülmediği feodal sistem ülkenin birçok bölgesinde bu yüzyılda hala devam ediyor. Bu kadar farklı değer yargılarına sahip insanları bir araya nasıl getirebilirsiniz? İşte bir kaç yıl önce tüylerimizi ürpertiren Mardin katliamı; işte aile meclisi kararıyla burnu kesilen kadın..Örnekler o kadar çokki!
NM: Mardin tamamen sosyolojik bir konudur ve bunun kabahatlisi de devlettir. Feodal düzeni yıkmak istemeyen de devlettir. Aşiret reisini milletvekili yapınca, 30.000 köylünün oyunu satın alıyorsunuz. Sistem böyle olursa, sonuç da böyle olur.
NG: Bir türlü gerçekleştirilemeyen toprak reformu…
NM: Bakınız, toprak reformu, Atatürk’ün en güçlü olduğu dönemde bile gerçekleştirilememiş ve maalesef onun bitiremediği bir-kaç konudan biridir. Türkiye’nin kesinlikle bir toprak reformu ihtiyacı vardır. Toprağı işleyenin kullanması ve sahip olması gerekir. Ama o insanları maraba sınıfında bırakırsanız kendini nasıl geliştirebilir? Sadece hayatını sürdürebilir ve ağanın dediğini yapar. O kadar.

Ağa iyi bir insan ise, hadi neyse; ama zalim bir insansa, çekilmedik eziyet kalmıyor.
Modern bir Cumhuriyet’te böyle bir şey olabilir mi; kabul edilebilir mi?
NG: Orta Çağdan bile geri bir anlayış; insan utanç duyuyor…
NM: Tamamen öyle. Böyle basit bir sebep nedeniyle, 44 kişiyi değil, 144 kişiyi de öldürebilirler. Çünkü koşullanmışlar ve bunun doğru bir algı olduğunu düşünüyorlar.

Bu zihniyet eğitimle yıkılmadığı müddetçe böyle sürer, gider… Bir 500 yıl daha…
NG: AKUT’un yok edilmek istenmesinin statüko ile nasıl bir ilişkisi olabilir?
NM: Kitapta, farklı siyasi görüşleri olan 20 “düşünen insan” dan alıntı vardır. Hepsi aynı şeyi söylediler: “Depremin küllerinden medeni ve çağdaş bir Türkiye yaratalım. Deprem öncesi sürecinde yapmış olduğumuz hataları tekrarlamayalım. Yolsuzluk, rüşvet, belediyelerin “ben sana tapu vereceğim; sen de bana oy ver” anlayışı ve alışkanlığına, kamu kaynaklarının iktidarların kendi yandaşları tarafından paylaşılmasına göz yummalara, dokunulmazlıkların arkasına sığınılmasına, son verelim”. 17 Ağustos 1999’da tüm bu hataların hayatımıza yansıması sadece 45 saniye sürdü ve suratımıza öyle bir çarptı ki, nerden geldiğimizi şaşırdık. 18.000 kişi hayatını kaybetti; 70.000 bina yıkıldı ve enkaz haline dönüştü. Türkiye’nin ağır sanayii çok büyük bir yara aldı ve yeniden inşası için milyarlarca dolar para gitti. Bu ağır travmayı elbirliğiyle ve sadece “gönüllü dayanışması” ile aştık. O günün Başbakanı dâhil, devletin kendisi bile ilk 2 gün ne olup, bittiğini anlamadı!
NG: Deprem olduğunda ben Türkiye’de yaşamıyordum ama basından ve televizyonlardan izlediklerim, dostlardan duyduklarım sizin sözlerinizi maalesef teyit ediyor… Türkiye kaoslara hep hazırlıksız yakalanıyor. Olaylar olunca göstermelik “kriz masaları” kuruluyor, sonra yine eski hamam, eski tas.

NM: Bu Türkiye için bir “uyarı”, hatta bir “fırsat” idi.
NG: Aslında her kriz, hem bir tehlike ve hem de fırsatı işaret eder; buna açıksanız tabii. Toplumun yeniden yapılanmaya istekli olması lazım.
NM: O fırsatı kullandırtmadılar bize. Prof. Nilüfer Narlı, kitabın 114. sayfasındaki analizinde “AKUT’a duyulan güvenin altında sivil bilinçteki değişim yatar; insanların sorumluluk alıp, örgütlenerek, kendi sorunlarını kendilerinin çözebileceğini gösterdi“ der ve ilave eder “Meclis, siyasi partiler, belediyeler, Kızılay güven açısından prim kaybederken, halkın kendi ayakları üzerinde durma ihtiyacını hissetmesi AKUT’un güven zirvesinde yer almasının sebepleri arasındadır.” Benim paradigma devrimi, zihniyet haritası değişimi dediğim de zaten aynen budur. Halk da bunu istedi.
NG: Hatta gazeteci Ertuğrul Özkök de buna “sivil Rönesans” demiş galiba…

Acılar, facialar dayanışması dışında Türkiye’de toplumsal sivil iradenin başarılı olması hangi koşullara bağlıdır?
NM: Güzel bir şey filizlenmeye başladığında onun kafasına balyozla vurmak yerine, sular, besler önünü açar ve onu bir rol modeli olarak topluma sunarsanız, elbette başarılı olur.

Bu kadar magazin, televole, dedikodu dolu saçma sapan programlar, sansasyonel ve boş futbol sohbetleri ve dizilerle zaman geçirmek yerine…

Biz Türkiye’nin ilerisinde bir vizyon gösterdiğimiz için cezalandırıldık. “Bu çocuklar gerçekten iyi bir şeyler yapıyorlar; açın önlerini” demek varken, bize yapmadıklarını bırakmadılar. Banka hesaplarımıza el koymanın yanı sıra, bir de hapisle yargılandık. Neyse…
NG: Çok kırılmış olmalısınız.
NM: Tabii ama asla ülkeme, devlete, millete karşı değil. Bunu yapanlar bir kaç tane çakal ve bu zihin değişikliğine izin vermeyen yapı da aslında örgütlü bile değil bence, doğaçlama bir yapı. Türkiye’de bir statüko oluşmuş; belli yerlerde, belli kimlikler, siyasi liderler, bürokratlar oturuyor. Alt kademede de vatandaş var; vatandaş da bu statükodan nemalanıyor. Belediye Başkanına oy verince kaçak elektrik alıyor, yol, su hizmeti alıyor; gasp ettiği orman arazisine otel yapıyor. Sistemdeki bozukluklardan herkes kendince besleniyor. Soygun düzeni ve bu düzeni durdurmaya çalışan sembolik, öncü sivil örgüt de AKUT…
NG: Doğu düzeni, doğulu zihniyeti…
Peki, hedef niye AKUT’da, başka bir sivil toplum örgütü değildi?
NM: Halkın değişim beklentisinin sembolü AKUT oldu da ondan.

Depremden hemen 2 yıl sonra, 2001’de de ekonomik kriz yaşandı. Birçok kurum battı. Toplumun değişim beklentisini mevcut statüko değerlendirmediği, hatta umursamadığı gibi vizyonu olanların da canına okudu.

NG: Dolayısıyla 2002 erken seçim sonuçları… Boşluğu her zaman doldurmak mümkün…
NM: AKP’nin kendisi bile nasıl bu kadar çok oy aldığına şaşırmıştı!

“Değişim” sloganı ile geldiler.”Yolsuzlukların üzerine gideceğiz” sözü verdiler. MHP, ANAP, DYP, DSP Meclis’e bile giremedi. Halk onları siliverdi.

NG: AKP verdiği “değişim” vaadini gerçekleştirdi mi?
NM: O apayrı, başka bir konu.
NG: Zaten “değişim” de göreceli bir kavram… Vatan lafla değil, eylemle sevilir derken, eylem size göre başka, bana göre başka olabilir. Size göre eylem bir hareket olabilir, bir başkasına göre geleneklere sahip çıkmak…
NM: Tabii, çok doğru söylüyorsunuz. Zaten ’99 depremi sonunda değişimi toplumun beklentisi yönünde yapsaydık, bugün bambaşka bir ülke olurduk.

Yapmadığımız için bugün hala aynı tartışmaları, sıkıntıları yaşıyoruz…

Lider ne yaparsa, kitleler de onu yapıyor.

NG: Bir de tehlikeli kutuplaşma var gibi… Ha, lider mi dediniz, hangi lider?
NM: Hepsi liderim diye yola çıkıyor. Sayın Özal’ı hatırlayın: Anayasayı bir defa delmekle bir şey olmaz dememiş miydi?
NG: Gelin, değişimin dünyadaki siyahî sembolü Sayın Obama’ya değinelim.
Sayın Obama rakiplerine çamur atmadan, kavga etmeden, birlik-beraberlik-inanç ve umut sloganıyla önce gençleri, sonra adeta tüm Amerika’yı mobilize etti, arkasına aldı. Somut programlar sundu; laf üretmedi ve kazandı. Lider böyle mi olmalı?

NM: Amerika çok kurumsal bir devlet. Bence Bush gitti, Obama geldi, her şey değişecek hayalperestliğine de girmemeli. Amerika rotasında gider… Clinton döneminde olduğu gibi Obama, bunu daha insancıl görüntüleyerek yaptı.
Obama güçlü bir lider; böyle bir sorunu var. O’nu alt etmek zor…
NG: Güçlü olmak niçin sorun olsun ki? Bence iyi bir niteliktir.
NM: İyi direnir, mücadele ederde ondan. Bush yarım akıllı olduğu için rekabet edilmesi de daha kolaydı. Uluslararası ilişkiler çıkarlara ve rekabete bağlı olduğuna göre diğer ülkelerin Obama gibi dirençli bir liderle rekabeti de zorlu olabilir.
NG: Siyasete atılmadan eylem yapılabilir mi? Yapıldığında sonuç alma ve başarılı olma şansı nedir?
NM: Yapıyoruz işte… Biz siyaset üstü bir kurumuz; AKUT’un tüzüğünde de yazar. “Sonuç” meselesi ise konuyu nasıl yorumladığınıza bağlı…

Biz olaya şöyle bakıyoruz: AKUT, Cumhuriyet’in kazanımlarına, anayasal değerlerine, laiklik, demokrasi ve sosyal hukuk devleti ilkelerine bağlı bir sivil toplum kuruluşudur. Bu değerleri her vatandaşın savunması da bizce zorunludur.

Bu bir siyasi görüş değildir ve olamaz; varlığımızın gereğidir.
NG: AKUT’un (Arama-Kurtarma Derneği) laiklik, hukuk gibi ilkelerle ne gibi ilgisi olabilir?
NM: Güzel bir soru. Türkiye’de yaşayan her kişi ve kurumun Cumhuriyet’in değiştirilemez ilkeleriyle doğrudan ilgisi vardır ve olmak zorundadır. Yurttaş, sadece haklarla değil, sorumluluklarla da olunur. Yurttaşlık yükümlülüklerinden en önemlisi bu ilkeleri kanınızın son damlasına kadar korumak ve yüceltmektir.

Bizim etik anlayışımız da budur. Ama bu siyaset yapmak demek değildir.
NG: Siz AKUT olarak bazılarının ayağına basmış, başkalarının işine karışmış olmalısınız… Sizden sadece deprem sırasında enkaz çalışmaları yapmanız beklenirken…
NM: Biz gönüllü olarak çok güzel çalışmalar yaptık ve bazı dar kafalılar bu çalışmaların devletin zafiyetini gösterdiğini iddia etti. Mesele şu: Biz kendimizi devletten ayrı konumlandırmıyoruz ki. Biz de devletiz. Denetleniyoruz; hesap veriyoruz; vergi ödüyoruz. Tabii ki hesap da sorarız.
NG: Bu bir vizyon ve kafa yapısı meselesi. Çıtayı yukarıda tutmak hoş ama kitabı okurken düşündüm de, Nasuh bey size romantik mi desem, idealist mi desem, ütopik mi desem… Siz kimsiniz, karar veremedim.

Sizi güldürüyorum, bu da hoş. Dağlara tırmanarak, bitmeyen bir arayışta olduğunuzu, hayatı da çok fazla ciddiye aldığınızı görüyorum.
NM: Çok ciddiye alırım. İnsana ait olan her şeyden benim de içimde var. İyi olanları ortaya çıkarmaya, kötü olanları da bastırmaya çalışıyorum.
NG: Dağcılık korkunç bir disiplin ve koordinasyon öğretmeli…
NM: Elbette. Bu işin doğru kelimesi ise sağduyudur.
NG: Bahsettiğiniz zihinsel değişim olmadan Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül’ün de parmak basmış olduğu “Kürt Sorunu” nasıl çözülebilir?
NM: Bu hakikaten zor bir konu ama çözümsüz değil. Güneydoğu sorunu konusunda yapılmış hataların öncelikle telafi edilmesi gerekiyor. Feodal düzen kırılamadığı için, o bölge bir türlü kalkınamamış, çağdaşlaşamamış. Yol boyunca boş fabrika iskeletleri görürsünüz. Oranın insanı vergi avantajlı krediyi ve ihaleyi devletten almış, batmış, sonra gidip Antalya’da otel yaptırmış! Bölgenin kalkınmamasına yol açan, yine kendi bölge insanı. Devletin ayıbı ise bu kadar yıldır denetlememiş olması ve devam edegelen feodal düzendir.

Buna “Kürt Sorunu” denmesi de beni rahatsız ediyor aslında; bu ülkede Kürt sorunu değil, PKK terörü sorunu vardır. Hangi Kürt, milletvekili, bakan olamadı ki?

Türkiye’nin dağdaki teröristle değil, terörle mücadele etmesi gerekir.

NG: Depreme dönersek, bu kadar dersten, acıdan sonra Türkiye yeni bir depreme hazır mı?
Sadece binalardan değil, insanlardan da söz ediyorum…
NM: Binalar tabii ki değil. Binanız sağlam olursa, siz de hazırsınız demektir. İstanbul’un %75-80’i kaçak. Göç ve kaçak yapılaşma önlenemediği, nüfus azaltılamadığı müddetçe İstanbul depreme dayanamaz. Bunlar politik tercih meselesidir. Karayolu değil, demiryolu yapacaksınız… Bugün İsveç, Rusya, Hindistan demiryolu taşımacılığına ağırlık vermiş ise, bunda bir sebep vardır.

Hala “Demir ağlarla ördük ana yurdu dört baştan” diye gırtlağımızı patlatıp, 10.Yıl Marşını söylüyoruz ama Atatürk’ten sonra arkası gelmedi…

Ben Türkiye’yi yönetenlerin ülkelerini sevdiğini zannetmiyorum. Toplumdaki kanı şudur: Bu ülkede yeterince bekler, sabredersen devlet 2B yasasını çıkartır.

Teşekkürler Sayın Mahruki.

  1. 2-15-2012

    Bayıldım, çok çarpıcı ve herkesle paylaşılması gerekn bir röportaj olmuş, elinize sağlık.

    • 2-15-2012

      Çok teşekkür ederim Çağatay. Haftada 1 yeni röportaj koymayı planlıyorum. Okuduklarınızı dost ve arkadaşlarınızla paylaşmanız dileğiyle…

Leave a Comment to Çağatay