Musa Moris Farhi

Çağdaş Dünya Edebiyatı eserleri arasında sayılan “Genç Türk” belki de ülkemiz dışında daha çok tanınan Türkiye Yahudisi bir yazarın, Musa Moris Farhi’nin romanı. Ankara’da doğan, lise eğitimini İstanbul Robert Kolej’de tamamlayan bu “genç Türk” 1954 yılında yüksek eğitim için gittiği İngiltere’ye yerleşmeye karar veriyor. 1950’lerin Türkiyesini pek bilemem tabii ama o yılların “beyin göcünden” haberim var. Sonradan dünyaca ünlü bir sosyolog olan Muzaffer Şerif de örneğin o yıllarda gidenlerden. Hatta Atlantic Records ile bir çok dünya sanatçısının keşfine  imza atmış olan Ahmet Ertegün de.  Gidip, bir daha dönmeyenlerden…

2004 yılında orijinali İngilizce yazılan Genç Türk (Young Turk) romanı Uluslararası IMPAC  ve Amerikan Kütüphaneler Birliği “Sophie Brody” ödülüne aday gösterilmiş. 13 öyküden oluşan Romanın ana fikri ise Osmanlı İmparatorluğu’nun gelmiş geçmiş en tolerans sahibi imparatorluk olduğunu anlatmak ve tarihsel önyargıların kırılmasına  katkıda bulunmak.  Farhi’nin, Arapça, Hollandaca, Fransızca, Almanca, Yunanca, İbranice, İtalyanca, Lehçe, Romence ve Türkçeye çevrilmiş bir dizi romanı var. Ayrıca 2001’de Uluslararası PEN Başkan Yardımcılığına da seçilen Farhi, Büyük Biritanya Kraliyet Edebiyat Topluluğu ve Kraliyet Coğrafya Topluluğu üyesi.

Musa Moris Farhi, Genç Türk adlı romanını bir süre önce kaybettiği eşi Nina’ya şu sözlerle ithaf etmiş: “Karşılaşmamızdan önce de benimle olan NİNA İÇİN”…

Nilgün Güresin sordu; Sayın Musa Moris Farhi yanıtladı.

Nilgün Güresin:  Londra’ya niye kaçtınız?

Moris Farhi: Tiyatro okumak için… Aslında drama konusunda muazzam iki okul vardı: Yale ve

Cornell; ben de oralara gitmek istiyordum ama Amerika çok uzak geldi, bir türlü cesaret edemedim.

NG: Doğru.  50’lerde Amerika ile bir telefon görüşmesi  bile herhalde 2-3 günde yapılabiliyordu.

MF: Evet, öyleydi. Onun üzerine, Londra’ya, Royal Academy of Dramatic Arts’a gittim ve oradan mezun oldum. Aslında benim niyetim daima Robert Kolej’den bazı arkadaşlarımla – örneğin Engin Cezzar  ile- bir tiyatro kurmak idi; ancak Türkiye’de o tarihlerde, özellikle yazarlara, aktörlere ve sanatçılara uygulanan ciddi bir baskı vardı. Herşeyi geride bıraktım, kaçtım aslında.. O arada Londra’da ilk eşimle tanıştım, evlendim ve kendimi tam tamına bir kabusun ( Musa Farhi bu durumunu ‘full catastrophy’ olarak tanımladı) içinde buluverdim…

NG: Sizce evlilik bir kabus mudur?

MF:  Eh, biraz…

İkimizde çok genciz; eşim Türkiye’yi tanımıyor, lisanı bilmiyor; dönmek istemedi. Ve böylece mecburen İngiltere’de kaldık. Aktörlük yapmaya başladım.

O günlerde tiyatro dünyasında, İngilizceyi en ufak farklı bir aksan ile konuştuğunuzda, doğru dürüst rolleri size vermezlerdi. Şu işe bakın ki, benim de en güçlü olduğum ilgi ve uzmanlık alanım da Shakespeare ki şiirleri en ufak bir diksiyon veya aksan hatasını affetmez. Sadece İngiltere Kraliçesi gibi ingilizce konuşmanın saygın ve geçerli sayıldığı yıllardan sözediyoruz tabii.

Sanki her aktör bir Sir Laurence Olivier olmak zorunda!

Bugün artık böyle bir problem yok; siyah aktörler dahi daha önce sadece beyazların  rol aldığı oyunlarda da oynuyorlar ve hatta İskoç aksanıyla dahi konuşabiliyorlar. Hiç ters de gelmiyor.

Ben ise o sıralarda  Shakespeare’in anavatanı olan Stradford’daki oyuncu seçmelerine katılıyorum. Kadroya alınmama rağmen, yabancı aksanım nedeniyle, mızrak tutmak, garsonluk yapmak falan gibi statik ve figüranlığın ötesinde hiç bir role bir türlü uygun görülemiyorum. Yaşam zordu ve kabusum da devam ediyordu…

NG: Burada bana enteresan gelen bir husus var. Adeta ironik..

Türkiye’deki zorluklar nedeniyle, ülkeyi terkedip, İngiltere’ye gittiniz. Orada da, hiç de kolay olmayan bir yaşam karşıladı sizi. Ne seninle, ne sensiz…

Bilirsiniz, Türkiye’den bakınca yabancı ülkeler insana olağanüstü görünürler. Türkiye’nin dünyaya tamamen kapalı olduğu o devirlerde İngiltere bir hayal alemi sundu herhalde. Halbuki yaşayınca, o ülkeleri ne kadar da gözümüzde büyüttüğümüzü anlarız. Siz de böyle bir saptama yaptınız mı?

MF: Elbette yaptım ama dönüş için artık geç olmuştu; yıl 1959 idi ve en önemlisi eşim illaki İngiltere diyordu.

Bu arada ufak, ufak da olsa iyi birşeyler olmaya da başlamıştı. Mesela televizyon için bana roller geliyordu; BBC için deneme senaryoları yazıyordum. Zaten kısa bir süre sonra BBC’nin yazar kadrosuna girdim. Dolayısıyla, yazı temelim, güçlü bir televizyon geleneği olan BBC’de başladı. BBC hem bir ekol ve hem de muazzam bir okuldur, bilirsiniz. Ben bu okulda, televizyon dizileri için yazılan senaryolarda  yazıyı görsel olarak anlatabilmeyi, ifade edebilmeyi öğrendim; güçlü diyalog kurgusunun nasıl olması gerektiğini anladım. 1972’ye dek televizyonda çalıştım.

1969’da BBC için, 75 dakikalık gerilim ve korku temalı, psikolojik bir televizyon oyunu yazmıştım: Crack-Up, yani “Kırılma” adında. Constable adlı yayınevinin editörü görmüş, beğenmiş. Aradı ve “Sayın Farhi, bizim için bir kitap yazar mısın?” diye önce sordu; sonra da “Yazacaksın, ha” diye bir de ultimatom verdi.  Şaşırdım; hatta korktum.

Yazarlık, ben?

NG: Oyun yazarlığından, kitaba hızlı bir geçiş yapmışsınız ama bence insanı çok da yüreklendiren bir öykü. Editör belli ki içinizdeki gücü, yeteneği sizden önce görmüş. Ne büyük bir şans aslında.

MF:  Öyle de oldu. Düşündüm, ne yazabilirim diye ve en sonunda ilk kitabım ortaya çıktı: “The Pleasure of Your Death”, ölüme davet eden bir intikam romanıydı. İzlanda’da geçiyordu. 1972’de İngiltere’de, Constable tarafından yayınlandı.

“Kitap mikrobunu” böylece kaptım. Eleştiriler de çok olumlu çıktı; bunun üzerine Constable Yayınevi bir kitap daha yazmamı istedi.

Bu arada ben de Habeşistan’dayım; oraları, Afrika’yı  yazmak istiyorum. Tam yeni bir kitaba başlayacağım, yıl 1973 İsrail’de Yom Kipur savaşı çıktı. Bu olay beni çok sarstı; İsrail haritadan silinecekmiş duygusuna kapıldım. Habeşistan’da da o tarihlerde, falaşa (yabancı) adı verilen bir çok Habeşli Yahudi var; ülkenin İsrail’le ilişkileri de iyi.

Yine de, heyecanla başladığım kitabı bir tarafa attım. Üzerinde sürekli kafa yorduğum, araştırdığım Arap-İsrail anlaşmazlığı  hakkında çalışmaya başladım. Sorunun derinine inip, iyi öğrenmeliydim.  Uzun araştırmalardan sonra Barış’ı konu eden yepyeni bir kitap yazmaya karar verdim. Bu kitap Araplarla, İsrailliler arasında olmasını umduğum barışı ele alan bir çalışma olacaktı.

2. romanım “The Last of Days” de işte bu nedenle yazıldı. Bu adı ise İncil’deki  “Karar Günü’ne – Final Judgement”  gönderme yaparak buldum ve ortaya böylece mesianik (messianic) bir terim çıktı. Kitabı 1981’de tamamlayabildim ve özellikle de Amerika’da çok beğenildi.

NG:  Ana fikri barıştı. Peki, konusu neydi kitabın?

MF: Şaşıracaksınız ama bugün tüm dünyayı terörize eden fanatik grupların İsrail’i mahvetmeye çalışması ve bunu engellemek için Ürdün, İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri’nin yaptıkları işbirliğini anlatıyordum.

NG: Ta 1980’lerde adeta geleceği görüp, barışı tehdit eden güncel bir sorunu ele almış olmanız çok ilginç.

Aslında herkes barış istiyor, barışın peşinde koşuyor ama terör, savaş kıran kırana; din adına, etnik özgürlük adına , şu-bu adına, suçsuz insanlar hedef alınıyor, öldürülüyor, yok ediliyor.

Barış sadece kitaplarda okuyacağımız, filmlerde izleyeceğimiz, hakkında besteler yapacağımız gerçeküstü bir olgu mu? Barış gerçekten mümkün mü?

Hatta şöyle, daha direkt sorayım: Sizce, Arap-İsrail sorunu çözümlenebilir mi?

MF:  Cevabım, “Evet” olacaktır. Ama her geçen gün, çözümden uzaklaşılıyor ve barışa giden süreç uzuyor ve zorlaşıyor.

Düşünüyorum da, son 6-7 yıldır İsrail, Filistinlilere maalesef çok kötü davrandı. Barış konusunda sözünü tutmadı. Üstelik Hamas’ı da İsrail kurdu. “Biz Hamas’ı kuralım, böylece onlar kendilerini dine versinler ve  bize de bulaşmasınlar” felsefesi yürümediği gibi, geri tepti. İsrail toprak vermemek için bir sürü oyunlara kalkarak, kendi bindiği dalı kesti.

Ne acıdır ki, bugün, hem Arap ülkelerinde ve hem de İsrail’de birbirinden nefret eden, birbirine düşman yeni nesiller var; kinle dolular.

İzhak Rabin-Yasser Arafat  döneminde muazzam ümit vardı. Her ikisi de Nobel Barış Ödüllerini kazanmışlardı. Oturup, konuşup, pazarlık edip, alışveriş yapıp, uzlaşacak ve barışı sağlayacaklardı. Rabin’i de öldürdüler ve İsrail siyaseti tamamen sağcıların eline geçti.

Koalisyona daima ihtiyacı olan İsrail kabinesinde bir de çok güçlü ortodokslar var. Ellerinde istedikleri pazarlığı yapabildikleri kağıtlar hep var.

NG: Ne gibi?

MF: Örneğin, her ay şukadar sayıda yeşuva –dini okul-  açacaksın gibi talepler…

NG: Bugün Türkiye’de de sivil ve laik eğitim veren okulların sayısının artırılması yerine, onların hemen hemen tümünün yok edilmesi veya dini eğitime ağırlık veren okullara dönüştürülmelerini hatırlatıyor. “Yok birbirimizden farkımız” diye bir reklam vardı bir tarihte…

MF:  İsrail’lilerin %70-80’i tabii ki böyle sofu değil; olay tamamen politik, güçleri de buradan kaynaklanıyor.  Geçtiğimiz yıllarda örneğin Livni, dincilerle anlaşamadığı için hükümeti de kuramadı. Boğazından tutuyorlar adeta siyasetin.

Öte yanda da toprak verme konusunda hiç bir taviz vermeye yanaşmayan sağcılar var. Dolayısıyla, sanki terörü kışkırtan hükümetler tablosu var karşımızda. Filistinliler ise “dinlenilmek”, “işitilmek”, “seslerini duyurmak” istiyorlar.

NG: Amacına ulaşmak, işitilmek için, dikkati çekmek için insan öldürmemeli  ama; hangi milletden olursa, olsun.

MF:  Bunlar çeşitli terör taktikleri. İsrail hükümetini bu şekilde korkutmuş da oluyorlar. Terörist her yerde terörist. Amacına ulaşmak için öldürmekten de maalesef  çekinmez. Unutmayalım ki bu gençler kin ile, nefret  ile, din ile büyüyorlar; şehit olup, cennete gitme hayali ve öyküleriyle kafaları dolduruluyor. Hayatta başka hiç bir amaçları, beklentileri de kalmamış. İlerisini göremiyorlar maalesef.

NG:  İlerisi…?

MF: Barış..Barış’ı göremiyorlar; kendilerini göremiyorlar.

“The Last of  Days” adlı kitabımda – ki basıldığında dinsel fanatizm bu boyutlarda değildi – aşırı dincilerin Mekke’yi bombalayarak, suçu da Yahudilerin üzerine atmayı düşündüklerini romansal boyutta ele almıştım. Terörün boyutları ve tarzı konusunda haklı çıkacağım hiç aklıma gelmemişti.

Bu kitabı yazarken uzun ve ciddi araştırmalar yaptığımı söyledim. Kitap İbranice’ye de çevrilerek, İsrail’de de yayınlandı ama  Gizli Servis tarafından toplatıldığını öğrendim.

“Bu kadar bilgiyi nasıl toplayabilmiş?” diye sorgulamışlar meğerse..

NG: Bu kitabın başarısı yeni bir sipariş getirdi mi?

MF: Getirdi; Amerikalılar yeni bir roman yazmamı istediler. O tarihlerde Güney Amerika’da siyasal durum oldukça tatsız, malum. Allende, Pinochet gibi diktatörler baskı rejimi uyguluyorlar.  O kıtanın edebiyatına zaten çok meraklıyım; sürekli okuyorum, takip ediyorum ve kişisel analizlerim yeni bir politik ve bunu takiben edebi bir dalgalanmanın oradan kaynaklanacağına işaret ediyordu. (Sohbetimizin burasında Musa Farhi’nin kendisinin de yeni, yeni farkettiği bir medyumluk yeteneği olduğunu düşünmeye başladım – NG).

“Journey Through the Wilderness” adlı romanım Güney Amerika yerli halklarının ayaklanmasını konu alan bir kitap oldu. Toprakları ellerinden alınarak, dağlara sürülen etnik, İnkalı Güney Amerikalıların tarihsel mücadelesini anlatmaya çalıştım. Kitabı yarıladıktan sonra Amerika’daki editöre yolladım; gelen cevapda, “Biz güncel bir gerilim romanı yazmanı tercih ederiz” yazılıydı. Şaşırdım ve üzüldüm.

Ben hiçbir zaman kendimi taklit ve tekrar etmek, hep aynı konuda veya üslüpta yazmak istemediğim için Amerikalılara “kusura bakmayın” dedim ve kitap İngiltere’de basıldı.

NG: Sonra da hayatınıza yeni bir grup, Çingeneler (Romanlar) girdi. Bu nasıl oldu?

MF: Ta çocukken, Ankara’da, hep birlikte oynardık Romanlarla. Yenişehir’de, Bomonti bira fabrikasına yakın otururduk. Kitabı yazmama bir bakıma annem sebep oldu. Nur içinde yatsın.

Annem Selanikli idi; tüm ailesi Nazilerin Yunanistan’ı işgali sırasında Auschwitz’e sürülmüş ve hepsi orada yokolmuş. Evlilik nedeniyle 1930’larda Türkiye’ye geldiği için annem  kurtulmuş.

Naziler, bilindiği gibi, çingeneleri de tıbbi kobay olarak kullanmışlardı. Yeni kitabımı çingeneler hakkında yazmayı düşündüğümü anneme açtım ve bana tanımış olduğu, konsantrasyon kamplarında kollarına damga vurulmuş çingenelerden bahsetti. “Mutlaka yaz Musa oğlum; anlat, dünya bu vahşeti bilsin, öğrensin” dedi.

Biliyorsunuz, bugün dahi dünyanın bir çok yerinde çingenelere karşı şiddet devam ediyor; korkunç bir önyargı var. Bunları aşmamız gerekiyor.

1989’da basılan, “Children of the Rainbow ” adlı kitabımın öyküsü de böyle işte. Bir çingene çocuğun, Blanko’nun Auschwitz’de doğumuyla başlar ve O’nun hikayesiyle sürer…

NG: II. Dünya Savaşı sırasında Nazilerin gözünde yahudi olmak ile çingene olmak eşdeğerli idi; bir ortak boyut oluşmuştu değil mi?

MF:  Aynen öyle. Zaten yahudiler ve çingeneler için kullanılan bir ortak tabir de vardır: Duman Kardeşleri (Brothers in Smoke).

Gaz odalarında yakılan onca insanın bacalardan çıkan dumanını sembolize eden bir cümledir.

NG:  Ürperdiğimi hissediyorum…

Genç Türk adlı eserinizde bence çok doğru ifade edilmiş, düşündürücü, gerçekçi bir cümle var. Uzun yıllar yurtdışında memnun, mesut yaşadıktan sonra, köklerine dönme ihtiyacıyla İstanbul’a geri gelen birisi olarak beni çok etkileyen, şöyle bir tanımlama bu:  “Köklerinizi inkar edemez ve  başka bir yere de tohum atamazsınız…”

Genç Türk’ü okurken,  sizin hala bir arayış içinde olduğunuzu düşünmeden edemedim. Söyleyin bana Sayın Farhi:  Acaba sizin kimlik arayışınız kitabınıza mı yansıdı? Siz köklerinizi,  kimliğinizi nerede bulabildiniz?

MF:  Bir açıdan kimliğimi hiç kaybetmedim. Kendimi daima bir Türk yazarı olarak gördüm. Böyle hissetmek iyi de oldu. İngiltere’de, ingilizce yazan, yazabilen, Anadolu’lu, İstanbul’lu herneyse, ama Türk kökenli yazar olarak algılandım, tanındım. Köklerimi de hiçbir zaman unutmadım ve kaybetmek de istemedim.

Ama Türkiye’den korkaklığım yüzünden ayrılmış olmamı da hiç affetmedim.  Geri  dönmüş olsaydım belki tiyatrodaydım, belki de hapisde, tabii bilemezdim.

Dolayısıyla, İngiltere’de kaldım. Kaldım amma, daima muazzam bir suçluluk duygusu içinde yaşadım.

NG: Niçin suçluluk duyasınız ki? Herkes bir başka ülkede yaşamayı seçebilir.

Üstelik üzerinden uzun bir 50 küsur yıl geçmiş…

MF:  Bu duygular, hayır bitmedi. Hem ülkemi ve hem de ailemi terkettiğim için hala suçluluk duyuyorum.

NG:  Bence çok romantiksiniz ve belki de bazı şeyleri idealize ediyorsunuz. Nostalji de olabilir.  Özlem de var kuşkusuz.  Gurbet falan, belki de fazlaca  bizlere özgü duygular bunlar.  Ortadoğu ile Avrupa arasında sıkışıp, kalmış; bir o tarafa, bir bu tarafa savrulmuş bir toplumun çocukları olduğumuz için mi acaba?

MF: Sadece çok sevdiğim ülkemi değil, çok sevdiğim Türkçeyi, Türk edebiyatını da terketmiş olmak  sanırım  yaraladı beni. Zaten beni yazmaya teşvik eden de Türkiye’de iken edebiyata olan ilgimdi.  Hayatımda bir delik açılmış gibi ; bir türlü kapanmıyor işte. O da sanırım ruhumda Türk edebiyatının eksikliğine duyduğum özlemden.

Türkiye’yi dikkatle takip ediyorum tabii ki. Sanat ve kültürde  çok yol alındığını da biliyorum ve bu beni mutlu ediyor.

Ama o vatana, köklere olan özlem hissi bence sadece bize özgü de değil Nilgün hanım. PEN Kulübü’nün üyesi olmam nedeniyle yıllardır bir çok değişik ülkede hapislerde olan yazarlarla, gazetecilerle temas halindeyim. Bazıları mülteci olarak İngiltere’ye geliyorlar ama akılları daima geride bıraktıkları vatanlarında kalıyor.

NG: Şöyle de düşünebiliriz: İyi ki başarılı bir Türk yazarı olarak İngiltere’de ünlendiniz. Türkiye’nin kültür, sanat ve edebiyatta dünyaya mal olmuş, sizin gibi iyi örneklere çok ihtiyacı var.

Üstelik de Genç Türk (Young Turk) konusu İstanbul ve Ankara’da geçen, çok özgün bir edebi Türk romanı.

Bu başarılı eserden biraz konuşalım. Bu kitabı niçin yazdınız?

MF: 1935 – 1960 arası dönemini anlatan, birbirinden farklı 13 öyküden oluşur. Osmanlı’dan,  çok zengin, çok renkli, pluralist-çok sesli, multi-kültürel bir miras, bir toplum devr alınmış.  Osmanlı İmparatorluğu’nun tüm dünyada gelmiş, geçmiş en tolerans sahibi imparatorluk olduğunu vurgulamak  istedim. Çeşitli dinleri, kültürleri, etnik grupları barış içinde yaşatmış ve yönetmiş.

Türkiye’ye karşı olan önyargıları sarsmak istedim. “Avrupa’nın,  Türkiye’yi arasına almayı kabul etmemesi bir delilik olur. Bu, Türkiye’yi dincilerin kucağına atmak olur” demek istedim. Ayrıca genç Türkiye’nin,  Avrupa’ya yeni kan getireceğine inandığımı bilsinler istedim.

Ve kitabımda, zaman içersinde, siyasiler yüzünden o pluralist-çok sesli Türkiye toplumunun nasıl yok edildiğini anlatmaya çalıştım.

“Genç Türk” romanım, Türkiye’de de olumlu ve ilgiyle karşılandı. Hatta bir gazetenin yazarı,  film yapılmasını dahi önermişti.

NG: Çok seslilik, çeşitlilik -pluralist toplum- bir ütopya mıdır?

MF: Kesinlikle hayır. Dünyada barışı sağlamanın tek yolu bu. Araplarla-İsrailliler arasında, siyahlarla-beyazlar arasında,  Çinlilerle-Ruslar, vs. vs. arasında barış olacaksa, bu sadece birbirlerinin kültürlerini sevmek, geleneklerine saygı duymak ve kabullenmekle olabilecek. Benim tek ümidim de o. Barack Obama çok iyi bir örnek; siyah, babası müslüman; vizyonu olan; Harvard mezunu, dinamik  bir Amerika Başkanı.

Monolitik bir kültür yolunda barış sağlanamaz.

NG: Bu hümanist yaklaşımınızı anlıyorum da siz bundan bir süre önce Fransız Andre Malraux Enstitüsü’nün davetlisi olarak Sarayevo’daydınız. Savaşın üzerinden yıllar geçmesine rağmen siz oralarda hiç barış havası sezdiniz mi?

MF: Maalesef yaralar hala orada, hala sarılamamış. Eski yıllardan tanıdığım ve sevdiğim  Sarayevo’ya henüz rastlamadım.

Miloseviç öncesi eski Yugoslavya’yı iyi bilirdim. Sarayevo’yu, her dinden ve kültürden insanı kucaklamış olduğu için çok severdim. Herkes birbiriyle iyi geçinirdi. Orada bir içsavaş olacağını düşünemezdim. Aniden eski intikam hisleri kabardı, komşular birbirlerine düşman oldular. Şok geçirmiştim.

Andre Malraux  Enstitüsü azimle eski Sarayevo’yu kurmaya, tekrar yaratmaya uğraşıyor.

NG: Romanlarınızda “din” temasına sık, sık yer veriyorsunuz. Tüm dinler aslında aynı şeyin yani gücün peşinde değil mi?

MF: Din’e tamamen karşıyım. Tanrı bizleri dinden korusun! Din diyorki: Ya bizdensin, ya dışardansın. Dediğiniz gibi, sadece bir “güç” oyunu. Ayrıca hemen tüm dinler dünyanın yarısını teşkil eden kadınları dışlıyor, onlara baskı yapıyor.

NG: Yeni kitabınızın konusu kadınlar olabilir mi o halde?

MF: Bu romanımda  yine bir başka toplumsal olgu olan  “kan davaları” konusunu işleyeceğim. Kan davalarının, namus kavramı ile olan ilişkisini irdeliyorum.

Benim hikayem “namus”a  karşı. Bir yanda bir sürü namus biçimleri var: milli namus, dini namus, askeri namus, kültürel namus. Diğer yanda da, namusun kötüye kullanılması ve namus adına işlenen suçlar, cinayetler.  Askeri namus adına 100.000 kişinin öldürülmesi gibi.

Bu kez, modern bir Odyssey yapmak istiyorum.

NG: Homeros’a nazire olacak bir epik herhalde. Merakla bekliyorum.

Dobra, dobra konuştuk. Teşekkürler Sayın Musa Moris Farhi.

  1. 11-1-2012

    Sayin Farhi’nin “Young Turk” adli romanini ablam Dr. Dora Kohen yillar once hediye etmisti. Farhi ile ablam Londra’da tanismislardi. O yuzden yazara ve yazdiklarina cok ilgi duyarim. Ayrica soylesi de cok ilginc. Yeni kitaplarini okumama gerekecek. Tesekkurler, Nilgun.
    Roz Kohen

    • 11-2-2012

      Musa’nın hem kitapları ilginç ve hem de kendisi. Musa aynı zamanda çok da yumuşak, şeker biri. Ben de senin güzel yorumlarına teşekkür ederim Roz. Bu siteden tek amacım yoğun olarak okunması ve paylaşılmasıdır. Sen de kendi çevrene dağıtabilirsen sevinirim. Sevgiler.
      Nilgün

Bir Yorum Yazın