Gülsüm Azeri

Sevgili Gülsüm Azeri ile bu röportajı bundan bir süre önce yapmıştım. O tarihlerde kendisi Şişecam AŞ’nin üst düzey yöneticilerinden idi. Sayın Azeri başarılı kariyerine 2011 yaz ayları itibariyle Petrol Ofisi’nde İcra Komitesi Başkanı ve CEO olarak devam etmektedir. Bir rol model olarak Gülsüm Azeri’nin genç Türk yöneticilerine mesajlarını bu yazıda okuyabileceksiniz. Ekonomik krizler hakkındaki görüşlerine de dikkat edilmelidir.

Nilgün Güresin: Şişecam’da kadın yöneticiye bakış açısı nasıldır?
Gülsüm Azeri: Yönetim ayağında Şişecam çok iyi bir örnektir. Azimli bir iş kadınının özel bir desteğe ihtiyacı olduğunu zaten düşünmüyorum; köstek olunmaması yeterlidir. Bir ayrıcalığın olmadığı; başarılıysan eşit muamele göreceğin bir ortamın yaratılmasıdır gerekli olan. Şişecam’da böyle bir iklim çok uzun yıllardır vardır.

NG: Trakya Cam’ın başındasınız. 2009’a hızlı başladınız; basından takip ettik. Rusya, Tataristan, Mısır derken yatırımların ardı arkası kesilmedi. Küresel kriz bir yana, yatırımlar bir yana dediniz…
Başbakan Sayın Tayyip Erdoğan da işadamlarına şöyle seslenmiş: “Krize rağmen yapılan yatırım akıllı yoldur”.

Size göre de söz konusu krizler Türk ekonomisi için görülmemiş fırsatlar mıdır?

GA: Krizi topyekün fırsat olarak nitelendirmek zor tabii… Ayrıca kriz ortamlarında nasıl davranılması gerektiği konusunda şirketlerin birbirinden farklı tutumları olabilir. Boyutları, içinde bulundukları sektörler, yönetim tarzları, stratejileri, vizyonları bu farklılığı yaratabilir.
Türk iş dünyası genel olarak türbülansta yaşamayı öğrenmiş bir iş dünyasıdır.
Stabil ortamda yapılan projeksiyonlar ve stratejilerin bilahare yine aynı stabil ortamda uygulanabilirliği bambaşka bir olay iken, tam 3–5 yıllık bir hesap-kitap içersinde projelere kalkışıp 2. yılda bir başka krizle burun, buruna gelmek bir başka olaydır. Bu açıdan Türk iş dünyasında becerilerin çok arttığını düşünüyorum.

NG: Doğru; istikrarsız bir ülkede yaşamanın getirdiği yetenekleri hep birlikte geliştirdik. Hatta %80’lerde, cebimizi yakan enflasyon oranlarıyla bile başa çıkabildik…
Peki, Türk cam sanayii bağlamında konuya yaklaşırsak?

GA: Kendi iş dalımdan hareketle şunu söyleyebilirim: Kurumsallaşmış, hesap yaparak adım atan ama akıllı boyuttaki riskleri de alabilen şirketlerdir…
Dolayısıyla öncelikle, krizin mutlaka geçeceğini düşünerek hareket etmek lazım olduğunu söylemek isterim. Ama 1 yılda, ama 2 yılda… 1 yıl ile 2 yıl arasında epeyi fark olduğunu da biliyorum elbette.
Biz sanayiciyiz. Sanayici hiç bir zaman iş hayatına kısa vadeli bakamaz. Bir fabrika yapmaya, bir kapasite arttırmaya niyetlendiğinizde, sadece kararı almak 1 yıldır; ondan sonrada en hızlı ortamda 18 ayda bir fabrika ortaya çıkar. Demek ki 2.5 yıllık bir süreçten bahsediyoruz.
Bu sürede, bir niyeti devreye sokar iken o 2.5 yılın 3. yılında bir kriz patlamamasını elbette ümit edersiniz!

Böyle çalışan sanayilerin 5–10 yıl öteye bakma becerilerini hep ayakta tutmaları gerekir. Biz bu krizde de aynı şeyi yapıyoruz. Tabii eldeki nakit imkânlarıyla, likid durumumuzla tedbirimizi alıyoruz. Ama stratejik önemi yüksek olan işlerde geri adım kolay, kolay atmıyoruz; tüm krizlere rağmen bugüne dek de atmadık.

NG: Nedir bu stratejik önemi olan işler?

GA: Şu anda benim üzerinde çalıştığım bir kaç ciddi projemiz var. Bir tanesi güneş enerjisine yönelik özel camların üretimidir.
Solar enerji konusunun Türkiye başta olmak üzere, bütün Akdeniz’de, Avrupa’da ve hatta Kuzey Afrika’ya kadar uzanan bölgede ve Orta Doğu’da önemli ölçüde artacağına inanıyoruz.

NG: Ya petrol üreten ülkeler? O kadar petrolü ne yapacaklar?

GA: Oralarda bile… Güneş enerjisi gibi “yenilenebilir (çevre dostu anlamında) enerji” türlerinde yapılacak yatırımlar hem krize rağmen kredi dünyasının daha öne çıkardığı ve hem de hükümetlerin her şeye rağmen destekledikleri projelerdir.
Bakın Türk hükümeti de krizin ortasında solar enerji yatırımlarını sübvansiyonlarla dahi teşvik etmeye yönelik peşpeşe yönetmelikler çıkartıyor. Devletler bu riskleri alabiliyorsa, özel şirketlerin haydi haydi alması gerekir.

NG: Kurum politikalarında olsun, üretimde olsun bugün İnovasyon diye olmazsa, olmaz bir kavram var. Sizde inovasyonun payı, ağırlığı nedir?

GA: İnovasyonun çok içindeyiz. Örneğin düz camda öyle kaplama imkânları var ki, kaplama türleri ile low-e camlar elde edebiliyoruz. Bunlara “akıllı camlar” da deniyor.
Çeşitli kimyasalların camların yüzeylerine incecik layerlar halinde uygulanmasıyla oluşan bir teknik. Dışarıdaki sıcağı içeri geçirmiyor; içerideki soğuk havayı içerde bırakıyor. Gelen güneşin yarattığı ısınmaya da böylece mani oluyor ama ışığı da azaltmıyor. Bu tarz camlarla ciddi bir enerji tasarrufu sağlanıyor.
Biz özellikle camda enerjinin tasarrufunu arttıran inovasyonlar üzerinde çalışıyoruz.

NG: Dolayısıyla enerji odaklı yoğun çalışmalar var…
Hükümetin nükleer santral ihaleleri bir ara gündemleri epeyi meşgul etmişti. Burada bir ikilem yok mu?

GA: Solar enerji yenilenebilir dedik. Çevreye en ufak bir zararı yok. Dünyada var olan hiçbir kaynağı yitirerek elde edilen enerji türü değil. Güneş hep parlıyor; güneşin yarattığı enerji miktarında en ufak bir azalma da olmuyor. Hâlbuki petrol kullanıldıkça, kömür kullanıldıkça rezervler azalıyor.

Nükleer enerjiye gelince bugün Fransa nükleer enerji yatırımının öncü ülkelerinden; ama solar enerjiye de önem veriyor. Demek ki ikisini birden yapmak gerekebiliyor.

NG: Peki bu tip çevre dostu yatırımların gelmiş geçmiş tüm hükümetlerin enerji politikaları olması gerekmez miydi?

GA: Öyle ama yine de Türkiye bu konuyu çok hızlı toparlıyor bence. Geç kalınmış olabilir ancak bu da göreceli. Dünyada yenilenebilir enerjide Amerika başı çekti. Avrupa’da ise Almanya önde gidiyor. Almanlar hatta “şu kadar yıl sonra kullandığımız tüm enerjinin
%20’si yenilenebilir olacaktır” diye bir de hedef koydular. Onca yıldır Almanya uğraşıyor; koyabildiği hedef ancak %20!

NG: Yenilenebilir enerji başka neleri kapsar?

GA: Güneşle birlikte, rüzgar enerjisini de. Rüzgar esmeye devam ediyor. Rüzgardan enerji yapmak için dünya kaynaklarını kullanmanıza gerek kalmıyor.
Bir ülkenin enerji ihtiyacının büyük oranda yenilenebilir enerji türleri ile sağlanabilmesi öyle çok kolay değil. Nedeni çok açık… Üretilen birim enerjideki maliyet oldukça yüksektir. O nedenle devletler sübvanse etmek durumundalar.
Hem üretilsin ve bir o kadar da geliştirme çalışmaları yapılsın diye.
Bugün solar enerji konusunda birbiriyle rekabet eden en az 5–10 teknoloji konuşuluyor. Bunların hangisi en ucuz maliyetle enerji üretmeyi becerebilir ise yarının en öne çıkan teknolojileri de onlar olacak. Japonya, Amerika, Almanya ve Çin bu teknolojik gelişmeler üzerine kafa yoran ülkelerden bazıları.

NG: Olayın geleceğini de herhalde bu inovatif çalışmalar şekillendirecek… Bakalım hangi ülke teknoloji satışında başı çekecek?

GA: Şişecam’ın Bulgaristan, Rusya ve Gürcistan’da da zaten üretimi var. Oralar bizim “artı ana pazarımız” dır. Orada üretilip, orada satılıyor.

Bölge hâkimiyeti kısmen çok yoğun bir ihracat becerisi ile de ilişkilidir. Gidip, bizzat üretim için yatırım yaptığınız ortamda Türkiye’de hangi detayda çalışıyorsanız, aynı titizliği göstermeniz gerekiyor.

NG: Bu pazarların seçilmesindeki ana strateji nedir?

GA: Şirketler genelde fırsatların kendilerine daha kolay sonuç yaratabileceği alternatiflere eğilirler. Örneğin Bulgaristan’daki üretim, oradaki pazar için değildir; O, Balkanların ve Doğu Avrupa’nın da fabrikasıdır.
Üstelik bu bölge krize kadar Avrupa’nın en hızlı büyüyen bölgesi idi. Nitekim krizden sonra da AB gerekli desteği verdiği takdirde bölge ülkeleri sadece toparlanmakla kalmayıp, aynı hızla büyümeye devam edeceklerdir.
Rusya keza öyle…

NG: Bu ülkeler yabancı yatırımcılara birtakım kolaylıklar da sağlıyorlardır kuşkusuz…

GA: Biz hep Türk devletinin dostu olan yerlere gitmek durumundayız. Bunların aynı zamanda potansiyeli ve büyüme hızları da yüksek.
Bu da yetmez kuşkusuz; sanayicinin üretim imkânını rahatlıkla kullanabileceği, devlet ve yerel otoriteler başta olmak üzere, o ülkenin doğal oyuncularıyla kolay iletişimin kurulabileceği ortamlar aranır.
Türkiye özel sektörü, Rusya potansiyelini de Avrupa’dan erken görmüştü. Zaman zaman Türk ihracatçısına ciddi bariyerler çıkarılmasına rağmen Rusya’nın, ekonomimize kazandırılması gereken bir fırsat olduğu konusunda ısrar ettik, sabır gösterdik. Devlet de Türk özel sektörünün yanında oldu.
Politik hesaplar yerine oturduğunda Kafkasların da mutlaka Türkiye’ye yönelik mallara çok açık hareket etmesi gereken bir bölge olacağını düşünüyorum.

NG: O halde Türkiye’nin ihracat politikasında pazar çeşitliliğine ve çokluğuna gitmesini doğru buluyorsunuz?

GA: Elbette. Türkiye gidebildiği kadar Batı Avrupa’ya uzanabilmelidir.

NG: Viyana kapılarına yine dayanacağız desenize…

Şirket evlilikleri global dünyanın olmazsa olmazı. Aslında bir de Ülker-Godiva örneği var tabii ama yine de sormak isterim: Türkiye’nin “İslam ülkesi”” imajı Fransız devi St. Gobain ile ortaklık sırasında sorun oldu mu?

GA: Bu soruya kadın konusuyla ilişkili bir cevap vereyim.
Türkiye yıllarca yüksek enflasyonla boğuştuğu için Türk kadını büyük oranda ekonomik hayata girmek zorundaydı; tek maaş yetmiyordu. “Niye bu kadar çok Türk kızı bu zor mesleklere giriyorlar ve iddia koyuyorlar?” diye sorulunca, ben böyle cevap veririm.
1981’den bu güne kadar 14 fabrika kuruluşunda yönetici oldum ve çoğunda da fiilen fabrika kuruluşlarını yönettim. Büyük bir bölümünde yabancılarla çalıştık.

Ben Türkiye’nin dünya imajının olumlu gittiğini düşünüyorum. 1986’larda Güney Kore’den, Çin’e Kromsan’ın ürünlerini satmaya uğraşıyoruz. O günlerde pazarlar burnumuzun dibinde olmadığı gibi Güney Kore’ye direkt uçak bulabilmek bile mesele. Ben de o dönemlerde Satış ve Pazarlama Müdürüyüm.
Alman rakibimiz bana “Sizin, ne kadar da olaya kilitlenmiş, özveriyle çalışan ve hızlı hareket edebilen bir iş yapma tarzınız var. Türklerin çoğu böyleyse biz Türk işadamlarıyla değil, müthiş bir Türk iş ordusuyla karşı karşıya kalacağız” demişti… Bu bence doğru… Örnekler ortada… Ben de şahsen Avrupa Cam Ev Eşyası Komitesi Başkanlığı yaptım.

NG: Sizin için “başarılı olmak “nedir?

GA: İnanılmaz bir şekilde hep Türkiye için bir şeyler yaptığımı düşünürüm.
Bir ülkede ciddi bir pazar payı aldığınızda Türk şirketi hakkında kendinizi konuştururken, sektör şirketi yakından tanısa bile, “Bu Türkler neler yapıyorlar?” noktasında bir hayranlık oluşturabildiyseniz, ister kişisel yönetim becerinizle, ister ekibinizle sergilediğiniz sonuçlarla, yatırımlarınızla, ürünlerinizle, olaylara bakıştaki disiplininizle, işçinizin yarattığı verimle, çıkarttığınız teknik rakamların benchmarkında dünya mukayeselerinde aynı noktalarda olduğunuzu ispat ettiğinizde, o zaman Türkiye adına çok önemli başarılar elde etmiş olduğumuzu ve başarılı olduğumu düşünürüm.

NG: Başbakanlık Etik Kurulu üyesisiniz. İş dünyasına “İş Ahlakı” nın yerleştirilmesinden, hatta bir zihniyet değişikliğinden mi söz ediyoruz?

GA: Evet. AB’nin istekleri doğrultusunda ve bu süreçle ilgili…
Nasıl “yeşil ile dost olan kimya” yı yapmalıyız diyoruz, “etik” de yaşamın olmazsa, olmaz bir parçası.
İnsanlar “etik” olmama uğruna tonlarca para kazanamazlar! Çünkü döner dolaşır, topyekün bir çöküşe neden olur diyerek AB, “etik” konusunda belli normlar koymuş. Bu zihniyet değişikliğinin ana aracı ise “eğitim”. AB’den uzmanlar geliyor ve öncelikle “kamu” dan başlayan etik öğretisi ve daha sonra da uygulamaları yapılıyor. Bütün önemli devlet kuruluşları, STK’lar, BDDK’sından, SPK’sına kadar hepsi kapsam içinde.

Ben özel sektörü temsilen oradayım ve özel sektörün yönetim kurullarında etik komiteleri oluşturmaya çalışıyoruz. AB’nin yaptırdığı bir çalışmaya göre, Türkiye’deki şirketlerin yönetim kurullarında etik komiteleri maalesef mevcut değil.

NG: Anlayış değişikliği uzun soluklu bir eğitimi gerektirmez mi?

GA: Bence de “etik” bizim eğitim programımıza girmesi gereken bir konudur.“Eğitim müfredatında etik nasıl işlenmelidir?” konusunda ciddi önerilerimiz de oldu.
Etik öğrenilebilir. Önemli olan bir toplumda etik olmadığında, neler olabileceğini gözler önüne sermektir.

NG: O halde toplumda model olan kişilerin ağızlarından çıkan sözlere çok dikkat etmeleri gerekiyor. “Benim memurum işini bilir” gibi kafa karıştırıcı sözler sarf edilmemeli diyorsunuz…

GA: Nasıl ki hırsızın büyüğü, küçüğü olmaz. Etik de öyle bir konu. TOBB şimdi böyle bir çalışmanın içersinde…

NG: Türkiye AB’ye olurda bir gün üye olur ise ne değişir?

GA: Çok basit gibi görünmekle beraber istediğiniz zaman, istediğiniz yere gidebilme özgürlüğü çok önemli.
Eğer Avrupalı olmayı gelişmişlik ve Avrupalı normlarında addedilmeyi iyi bir örnek ve hedef olarak görüyorsak, üyelik önemli bir başarıdır.

NG: Bunu çabuklaştırmanın ve karşılıklı güveni sağlamanın yolu ekonomik evliliklerden geçebilir mi?

GA: Ben zaten Avrupalı şirketlerle daha fazla ortaklıklar gündeme gelecektir diye düşünüyorum. Nereden bakarsanız bakın, güçlü bir ülke ve orada da güçlü bir Türk şirketinin varlığı ama AB ile aynı normları paylaşan, o birliğin içinde…
Bunun en çok Türkiye’ye faydası olur.
“Türkiye zaten güçlüdür ve kendi başının çaresine bakabilir” anlayışına hiç katılmıyorum. Türkiye’deki girişimcilik ruhu da gittikçe yaşlanan AB’ye inanılmaz bir ivme katacaktır.

NG: Türkleri çalışkan buluyor musunuz?

GA: Elbette. Avrupalı artık devamlı, “Ben kendimden daha ne kadar vermeliyim” in hesabını yapıyor.
Türkiye’deki çalışanımız şirketi için muazzam fedakârlıklar yapabiliyor.
Bunu nasıl becerdiğimizi bilemiyorum ama bu müthiş bir zenginliktir.

NG: Ben de Türkiye’yi güçlü yapan öğeler nedir diye soracaktım? İnsan birinci faktör; tabii ki coğrafya; tarih…

GA: Coğrafya konusunda çok önemsediğim iki şey söyleyeyim: Türk insanı yurt dışında da ülkemizin neferi gibi çalışıyor. O nedenle herhangi bir şirket Türkiye dışında yanlış hareket edecek olursa, öbür şirketler hemen “Dur bakalım, ayağını denk al; imajımızı zedeleme” diyorlar.
Türkiye’nin en büyük 2. avantajı coğrafi konumu. Ülkemizin kendi toprakları ve buranın yarattığı pazar boyutunu hiç küçümsememek lazımdır. Türkiye pazarının bundan sonra da gelişeceğini düşünürseniz, bu büyük bir potansiyel…
Ayrıca, etrafımız hep gelişen bölgelerle çevrilmiş durumda. Bu da bize büyük bir fırsatı işaret ediyor.
Krize rağmen hala çok önemli bir fırsat ülkesi olduğunu düşündüğüm, büyük zenginlikleri olan Rusya; işte İran ve Irak; vaktiyle ihracata oralardan başlamıştık. Politik sorunlarını hallettiğinde ise Ukrayna’da devreye girecektir.

NG: Türk iş dünyası bu ülkeleri iyi tanıdı mı?

GA: Orta Avrupa’yı hala çok iyi tanımıyor Türkiye. Macaristan’dan, Makedonya’ya dek az bir pazar değil…
Türkiye’de oturarak, sadece İngilizce konuşarak, oralara arada bir giderek bu iş yapılmaz.
Her biri ayrı kültürdür, unutmayalım. Türkiye biraz civar bölgelerinin siyasi risklerini üstlenmek zorunda. Bir Fransız’ın bunu kabullenmesi o kadar kolay olmayabilir ama bu bizim bölgemizin bir gerçeği. Her ülkeye detayda odaklanmak şart!
İyi satış yapmak, gerçekten yerleşmek 2–3 yılın olayıdır. Dolayısıyla erken davranmak gerekir.
Bunlar coğrafi avantajımızın yarattığı fırsatlardır. Bugün Avrupa krizden kırılırken hem Mısır’da ve hem de Ürdün’de inşaat sektörü büyümeye devam ediyor. Kendi iç dinamikleri ile ilerliyorlar; eksiye dönmediler.

NG: Gelelim bu kadar işin arasında iki de çocuk yetiştirmiş bir üst düzey kadın yöneticinin deneyimlerine ve gençlere önerilerine…

GA: Nilgün hanım siz de uzun yıllardır çalışıyorsunuz. Sanırım benimle şu cümleyi paylaşırsınız: Ben iş dünyasında kadınla, erkek arasında en ufak bir fark görmüyorum. Fark olması için hiç bir gerek de görmüyorum. Tabii birçok şey olduğunuz ortama da bağlıdır, biliyorum.
İş dünyamızda erkeklerin, bu konuda yol almış ve yol almak yönünde azimli olan iş kadınlarına değil köstek olmak, fevkalade centilmence, destek olur ve takdir eder mahiyette davrandıklarını düşünüyorum.
Bunu abartıp da, çok fazla taleplerle gelmenin de doğru olmadığına inanıyorum.
Netice itibariyle başarıya giden yol insandan geçiyor ve cinsiyetiyle de hiç ilgisi yok.

NG: Gençlere yönelik neler söylemek istersiniz?

GA: İnsanları başarılı kılan en önemli hususun “eğitim” olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla eğitim noktasında, “Böyle de olsa, yeter!” ile bence yetinilmemelidir. Vasat geçinen, 8–5 çalışmaya niyetlenenlere artık zaten iş yok. Çocuklarıma da bunu uygulamaya çalıştım. İyi bir eğitimin üstüne de, sabırla, sebatla ama koşulsuz işe saldırmak ve çok çalışmak gerekli.
“Yoruldum” diyen gence yanıtım, “Bu alışveriş, bu muhasebe için daha çok erken” olacaktır. Bu muhasebeyi ben bile henüz yapmıyorum.
Verdiğim ile, aldığım arasında muhasebe yapmak hiç aklımdan geçmedi…
Biraz da Türkiye için bir şeyler yapıverin ve karşılığını da hemen almayın; ne çıkar!
Maddiyat nasıl olsa geliyor. Ama bir iş becermek öyle bir hazdır ki, dünyanızı çok olumlu etkiler.

NG: Çok teşekkürler.

  1. 5-1-2013

    doğrusu çok mükemmel başarı tebrikler

    • 6-3-2013

      Destekleyici sözlerinize teşekkürler. Yorumlarınızı daima beklerim.
      Nilgün

Leave a Comment to ahmet ilhan emre