Gencay Gürün

Tiyatro İstanbul’un kurucusu, diplomat, dramaturg, İstanbul Şehir Tiyatroları’nın efsane Sanat Yönetmeni Gencay Gürün ile İstanbul’un simgelerinden Büyük Kulüp’de (Cercle d’Orient) buluştuk. 1882’de kurulmuş olan Büyük Kulübün tarih kokan, anı zengini Beyaz Köşkü böylesi bir sohbet için ideal bir mekan oldu.

Geçtiğimiz haftalarda gazeteci Yılmaz Özdil’in “İnsan, Şehir, Hayvan” adlı kitabının  tiyatroya uyarlanmış eserini Tiyatro İstanbul’da çok büyük bir zevkle seyrettim. Bizi anlatan,  bizi bizle yüzleştiren bir oyun yaratılmış. L’Opera Comique’de bir müzikli kabare izlermiş gibi. Tiyatro delisi babam ve annem Sıraselviler’deki Devekuşu Kabare’nin her oyununa beni de götürürlerdi. İki güldürü ustası Metin Akpınar ve Zeki Alasya’nın o ince esprili şakaları, yorumları hala kulaklarımda.  Düşünüyorum da, Türkiye’de o yıllarda bile -70’lerden söz ediyorum- daha fazla  fikir özgürlüğü mü vardı acaba? Yani bugün, 21. Yüzyıl Türkiyesi’nde  bazı dizilerin ceza almasının ve hatta yasaklanmasının konuşuluyor olması bana çok kompleksli bir toplumsal kafa yapısını işaret ediyor.  Halkın doğru seçim yapacağına güvenen ve gerisine de gülüp, geçen bir yönetimi hala hak etmiyor muyuz? Hani bir söz vardır: Sanat anlaşılmaz, sevilir, diye. Nazım demiş sanırım. Kendilerine gülemeyen ve kendilerini hafife alabilme olgunluğuna sahip olamayanlar bu koskocaman egolarla nasıl olurda toplumları ileri götürebilirler ki?

“İnsan, Şehir, Hayvan” işte bu büyük egolarla da iyiden, iyiye alay ediyor. Tüm emeği geçenlere bravo. Oyunu çok sevmenin bir başka tamamen bencil nedeni de bu depresif kış günlerinde kahkahalarla güldürmüş olması; hem de acınacak halimize…Nasıl oluyor da bu kadar gülebiliyoruz acaba? Toplumsal belleğimiz yok da ondan. Bellek özürlüyüz. Çabucak unutup, gidiyoruz işimize gelmeyeni.  Bu oyun var ya, açık ve net olarak Türkiye’yi yansıtmış. Toplumumuza ayna tutmuş. Buyrun bakalım, İstanbul’un bir türlü çözülemeyen,  büyüklerimiz, yöneticilerimiz neredeler,  uyuyorlar mı diye sorup, sorguladığımız sorunlarımızı güldürü yoluyla yansıtmış. Örneğin ben şunları bu oyun sayesinde öğrendim:  Hollanda’dan ithal ettiğimiz metrobüs kapılarının Eindhoven ve Utrecht otobüs duraklarının yönüne göre- ve İstanbul’a göre ters yönde- üretildiği için kapıların ters taraftan açıldığını biliyor muydunuz? Yolcuların tersi dönmez mi inip, binerken ey belediye? Buyrun bir başka traji-komik örneğe: Metrobüs için İstanbul’un altı, üstüne getirilip hızlı yol dizayn edilirken bu devasa aracın U dönüşü yapabilmesi gerektiğini kimsenin düşünmediğini ve dolayısyla U dönüşü yapabileceği geniş alanların bırakılmadığını, biliyor muydunuz?

Kitabın yazarına, kitabı başarıyla senaryolaştıranlara,  sahneye koyanlara  ve  Metin Serezli gibi deneyimli bir ismi yönetmesi için ikna edenlere, kısacası Sayın Gencay Gürün ve arkadaşlarına  teşekkürler. Bu oyunu sakın kaçırmayın.

 

Nilgün Güresin: Gencay hanım niçin başka bir kitabı değil de, bu kitabı oyunlaştırmak istediniz?

Gencay Gürün:  Cevabım çok net: çünkü çok sevdim ve seyircinin yazılanları duymaya ihtiyacı var diye düşündüm.

NG: Silkelenmeye mi?

GG: Evet. Ve hem de biraz da bizden olsun; kendi sorunlarımıza da gülelim, gülebilelim diye düşündüm.

NG: Doğru, aynı zamanda çok eğlendirici bir oyun olmuş.

GG: O kadar da sevimli yazılmış ki! Daha güzel olamazdı.

NG: Üstelik de günlük yazılar; bir roman da değil. Senaryolaştırmak bile herhalde farklı bir beceri ve yetenek ister.

GG:  Saygın Delibaş ve Fethi Kantarcı iki yetenekli yazar arkadaşımızdır. Onlar senaryolaştırdılar.

NG: Tiyatro İstanbul’un birçok oyununda olduğu gibi yine oyuncu kadrosu çoğunlukla genç tiyatroculardan oluşmuştu.

GG: Ben özellikle gençleri de oyunlarıma katmak istiyorum. Tabii bir de piyesin istediği tipe bağlı. Bir büyükanne rolüne bir genci koyamam. Gençleri tiyatroya kazandırmayı Şehir Tiyatroları’ndan beri yaparım. Bizim tiyatroda oynayıp ünlenen bir sürü genç isim vardır.

NG: Siz, İstanbul Şehir Tiyatrolarının efsanevi Genel Sanat Yönetmeni olarak anılırsınız. Hatta o zamanki İstanbul Belediye Başkanı Bedrettin Dalan size bu görevi teklif ettiğinde, “Kabul ederim ama bir şartla” dediğiniz hatırlatılır. Neydi o şart?

GG: “Politik düşüncelerinden ötürü kimsenin işten çıkartılmasını ve bu konuda bana karışılmasını kabul edemem” demiştim.

NG: Siz onu yakından tanıdınız. Uzun yıllar beraber çalıştınız. Nasıl biriydi Bedrettin Dalan? Gerçekten karışmadı mı sizin yönetiminize?

GG: Asla karışmadı. Ben onu çok kıymetli bir insan olarak görüyorum. Sanata ve sanatçılara daima saygısı vardı. Dolayısıyla da bugünkü duruma çok üzülüyorum.

NG: Niçin?

GG: Çünkü Türkiye’de değil. İşlerin derinliğini bilemem ama yetenekli, becerikli bir belediye başkanı idi. Çok vatanperverdi. Sanata çok düşkündü. Şehir Tiyatroları sıfıra inmişti; ben geldiğimde adeta seyirci kalmamıştı tiyatrolarda. Bedrettin beyin desteği olmadan onu alıp, en çok seyircisi olan tiyatrolar grubu haline getirmemiz mümkün değildi ki! En güzeli ise şuydu: Bütün oyunların galasına mutlaka gelirdi. Kaçırdığını hatırlamam.  Ve bana oyun sonrası heyecanla, “Başardık” derdi. Şimdi size bunu anlatırken içim cız ediyor ve tüylerim diken, diken oluyor. O kadar benimserdi ki, “Biz “ diye konuşurdu.

Ben onun Türkiye’yi ne kadar çok sevdiğini biliyorum. Ülkesi için ne kadar çok çalıştığını da biliyorum. Arada ne olmuş, ne bitmiş bilemem ama insan olarak çok sevdiğim için içinde bulunduğu duruma çok üzülüyorum.

NG: Oyuna dönersek, Yılmaz Özdil’in tiyatrolaştırılmış bu oyunu amacına ulaşıyor mu?

GG: Onu seyirci olarak siz söyleyeceksiniz.

NG: Ben “elbette” diyorum. Ayrıca tiyatronun doluluğuna bakarak da bunun böyle olduğunu söyleyebiliriz. Hatta oyunun yurtiçi ve yurtdışında yoğun bir turne programı olduğunu da öğrendim. Görmeyenlere oyunu kaçırmamalarını bir kez daha öneriyorum.

GG: Bence de amacına ulaşıyor, zira tıklım, tıklım oynuyoruz.

NG: Bu oyuna sadece Yılmaz Özdil’i okuyanlar, onunla aynı fikirde olanlar mı, yoksa değişik fikirleri, yaşam tarzları olan seyirciler de geliyor mu?  Şunun için merak ettim. Geçenlerde sanırım New York Times, 10 Kasım Atatürk’ü anma günü nedeniyle Dolmabahçe ve Anıtkabir ziyaretlerindeki yoğunluğu “Laiklerin Çıkartması “olarak yorumladı. Bu bir kutuplaşma daveti.

Sizce de Türkiye’de bireyler arasında artan bir kutuplaşma var mı ve var ise bu oluşum tiyatrolara kadar indi mi? Türkiye , “laikler” ve “laik olmayanlar” olarak ikiye mi ayrıldı?

 

GG: Biz seyirci konusunda asla ayırım yapmıyoruz.  Herkesin oyunlarımıza gelmesini istiyoruz.  Bir de ben bu ayırımı her bakımdan yanlış buluyorum. Şöyle ki bizim Anayasa’mızda “laiklik” maddesi zaten var. Yani bir kişi, kendisini laik olarak görmese dahi, ülke olarak Türkiye laiktir. Onun için hiç kimse laikliğe karşı konuşamaz.

NG: Ya Anayasa’daki bu madde değiştirilir, hatta kaldırılırsa? Laiklik maddesinin kaldırılması yönünde çalışmalar olduğu söyleniyor. Peki, tüm bu kafa karıştıran ve ayrıştıran olgulara rağmen Türkiye’de sanatın, örneğin tiyatronun önceki yıllara göre ileriye gittiğini düşünüyor musunuz?

GG: Düşünüyorum çünkü tiyatrocular kendi işlerini görüyorlar ve biz unutulmasın ki Atatürk’ün çocuklarıyız.

 

NG: Nedir tiyatronun işi?

GG: İşi çok güzel oyunlar yapmaktır. Bir nevi edebiyattır. Siyasi boyutu olanı da vardır; olmayanı da. Hepsi geçerlidir bence; komedi, dram, trajedi. İnsanı, insana, insanla veren sanattır deriz biz tiyatroya.  Biliyorsunuz bizim kültürümüzde çok eskiden beri tiyatro var. Osmanlıdan beri var. Benim bambaşka bir mesleğim olmasına rağmen, tiyatro yapıyor olmak beni her zaman çok daha mutlu etmiştir.

NG: Diplomat olduğunuzu biliyorum Gencay hanım.

GG: Ben 5 yaşından itibaren tiyatroya götürüldüm. Şehir Tiyatrolarına bağlı çocuk tiyatrosu vardı, ta o zamanlar bile. Lisede iken Cahide Sonku gibi bir yeteneği seyretme imkanını buldum. Nasıl da heyecanlanmıştım onu göreceğim diye. Ayrıca okuduğum Fransız okulunda bizim her yıl bir piyes sahneye koyma zorunluluğumuz  vardı.

NG: Türk kültürüne uygun mudur sizce tiyatro?

GG: Elbette.

NG: O zaman niçin hükümet üyelerimizi, bakanlarımızı, bürokratlarımızı oyunlarda bu kadar seyrek görüyoruz?

 

GG: Geçmiş dönemlerde daha sık gelirlerdi. Üstelik düşünün ki Anadolu’nun dört bir yanına Devlet Tiyatroları’nı kuran da yine bu devlet. Konservatuarlar da aynı şekilde devlet tarafından yaygınlaştırıldı. Atatürk’den beri tiyatro yapmaya ve tiyatrocu yetiştirmeye müthiş bir ilgi var. Tabii her şey, dönüyor, dolaşıyor Atatürk ve onun çağdaşlaşma politikasını anlamaya dayanıyor. Muhsin Ertuğrul, Vasfi Rıza, Bedia Muvahhit hepsi bu çağdaşlaşma hareketinin birer parçası idiler.

NG: Hatırlarsanız, Şehir Tiyatroları ile ilgili geçtiğimiz yıl bahar aylarında ciddi bir polemik yaşandı. Efendim, Şehir Tiyatroları para kazanmıyor, perdeyi kapatmalıdırlar diye önerenler hem kamuoyundan ve hem de tiyatro ile uğraşan kesimin birçoğundan büyük bir tepki aldı. Kapandı, kapanacak derken, bugün ne durumdayız?

GG: Durdu o.  Kapatmak isteyenler için Padişahların kurduğu bu tiyatroların kapısına kilit vurmayı düşünmek kadar mantıksız bir adım olamazdı. Şehir Tiyatrolarının kuruluşu 1915’lere dayanır. Sultan Abdülaziz’in bizzat geldiği ve oyunları dikkatle izlediği Dar-ül-Bedai yani Güzellikler Evi’nden  söz ediyoruz.  2015’de  kuruluşunun 100. yılı, düşünsenize. İşte Paris’teki Comedie Français gibi. Moliere’den beri ayakta.

NG: Biz Fransız’ın aklına,  “Eh artık bu tiyatro ömrünü doldurdu; kapatılsın, özelleştirilsin, yoksa yardımı keserim” demek gelmez mi?

GG: Gelmez, çünkü onlar bilirler ki bir ülkeyi geleceğe taşıyan şey sanattır. Siz 19. yüzyılda Victor Hugo’nun İngiltere’ye kaçmasına neden olan Fransız Dış İşleri Bakanının adını biliyor musunuz?

NG: Hayır.

GG: Ama Victor Hugo’yu biliyorsunuz. İşte bütün mesele burada.   Siz Chopin’i bilirsiniz ama Chopin zamanındaki bakanların ismini bilmezsiniz. Onlar gelip, geçicidirler. Ülkeler sanatlarıyla yaşarlar, sanat ve kültürleriyle beslenirler.  Müzisyenleriyle, romancılarıyla, ressamlarıyla, tiyatrocularıyla. İnsanlar kısa bir süre yaşar, ölür. Kalıcı olan sadece sanattır ve ilelebet bırakılan eserlerdir.

NG: İnsan ister, istemez hüzünleniyor. Bizdeki bu değerler Fransa’da, İtalya’da, hatta Amerika’da yaşamış olsalardı, her yer resimleriyle, heykelleriyle süslenirdi.

GG: Böyle bir atılım yapmamız lazım zaten.

 

NG: Aslında sanatçılar ölmeden önce yapılmalı bence. Onlara olan minnetimizin kalıcı  bir simgesi olmalı. Örneğin bir “Sanatçılar Parkı” yapılabilir. Bu Park hem hala hayatta olan ve hem de kaybettiğimiz sanatçılarımızın, duayenlerimizin heykelleriyle, resimleriyle, eserleriyle donatılabilir. İstanbul etrafı gökdelenlerle sarıldı. Tarihi dokuyu mumla arayacak çocuklarımız. Şu tower, bu tower derken bir sanatçılar parkı yapmak niçin akla gelmez? Bunu çok mu görürler? Çamlıca tepesine yakışmaz mı mesela?

GG: Keşke böyle bir proje sahiplenilse…Bir Cüneyt Gökçer vardı. Yeri kolay, kolay doldurulamaz. Bizim de bir Cüneyt’imiz vardı; sevgili Cüneyt Türel. O da çok kıymetliydi.

NG: Müşfik Kenter’i de yakınlarda kaybettik. Beklan Algan’da birkaç yıl önce göçüp, gitti. İçimizdeki bu değerleri yaşarken anmayı, yüceltmeyi öğrenebilsek.

Kaç tane Müjdat Gezen gelir dünyaya; ya Ali Poyrazoğlu, Yıldız Kenter ve daha niceleri. Onlar “Aman bir park yapılsın da büstlerimiz sergilensin” peşinde değiller ama ben bunun gerekli olduğunu düşünüyorum. Minnet borcumuz var. Özellikle de bir İslam ülkesi olan Türkiye’de. Sanat ve sanatçılara ne denli sahip çıktığımızı gösterebilmek için. Diğer ülkelere örnek olabilmek için. Ülkemizin sanata bakışına yeni bir boyut getirebilmek için. Keşke böyle bir proje hayata geçirilebilse de ben de görev alsam.

 

GG: Evet bence de bu çok güzel bir proje olabilir. Heykeller, banklar, ağaçlar, çiçekler. Bir belediye bunu başlatırsa, arkası gelebilir.

NG: Ey İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri bölümü, bu ricamızı duy ve tepki ver!  Hatta sanata yakın duran, sahip çıkan, sosyal sorumluluk adına sponsor olan bir dizi özel sektör kuruluşu bile böyle bir projeye destek çıkabilir.

Bu işi belediyeye havale ederek, şu soruya geçeyim. Bir tiyatrocu için seyircinin alkışı ne kadar önemlidir? Salonun doldurmak mı önemlidir, iyi bir oyun sahnelediğine inanmak mı?

GG: Hepsi aynı derecede önem taşır ama dolması daha önemlidir. Boş sıralara oynamak morali iyice bozar.  Lakin şu sıralar tiyatroların başka problemleri var.  Müthiş bir trafik ve televizyon sorunları var. İstanbul’a yeni yol yapılmadığı ve aynı yol kapasitesine sayıları her gün artan araç çıktığı için trafik korkunç olmaya başladı.  Ben Nişantaşı’nda büyüdüm. Yollar benim çocukluğumda ne idiyse, bugün de aynı! 1.5 milyonluk İstanbul oldu 17 milyon.  Ama Nişantaşı’ndan, Osmanbey’e  giden yol hala o bildiğimiz eski yol. Rumeli caddesi de aynı. Harbiye’den, Şişli’ye bazen 1 saate gidiyorsunuz. Erkek akşam yorgun, argın eve gelince eşi, “Hadi tiyatroya” dese bile, “Bu trafikte çıkılmaz; ayaklarımızı uzatıp, televizyon seyredelim” deniyor ve çıkılmıyor.

NG: Bu anormal trafiğe girmek istememe konusunda haksız da değiller.

GG: Tabii ki. Televizyona gelince; günde 15 saat dizi gösteren kanallar  var,  durmaksızın. Bu nasıl iş?

NG: Bütün gün televizyonun başına oturup,  seyredenler var da ondan. Hipnotize olmuşçasına. Bir nevi hastalık herhalde. Reyting savaşı da bu nedenle çıkıyor.

 

GG: Ben Londra’da, Paris’te de yaşadım. Fransa’da uyulması gereken bazı yayın kuralları vardı. Şu kadar saatten fazla dizi gösterilemez; şu kadar saat bilimsel program olacak gibi. Bizde biraz akıllıca bir program gece 11.30’da başlıyor ve gece 2’de bitiyor.  Ankara Radyosu’nun sabah programlarını hatırlıyorum da Chopin’le uyanırdık. Türk Sanat Müziğini de aynı derecede severim ama o da kalmadı.

Gençler bu müziklerin tadına varamadan büyüdükleri için ne yaratıcılıkları gelişebilecek ve ne de zekaları. Zira özellikle klasik müziğin zekanın gelişimi üzerindeki etkisi ispatlandı. Bırakın zekayı, zevki geliştirsin. Geriye gidiyoruz bence. Beyinler geri kalıyor.

NG: Çoğunluk ne istiyorsa o veriliyor.

GG: Çocuklara soruyor musunuz, “İlkokula gitmek istiyor musun?” diye. Mecburen gidiyorlar, öyle değil mi?

NG:  Geçtiğimiz 10 Kasım 2012’deki  Atatürk’ü anma törenlerinde Ata’sına hala  gönülden, beyinden bağlı milyonlarca Türk vatandaşı sokaklara döküldü. Onun mirasına, ilkelerine sahip çıkan, bu ilkeleri canı pahasına korumaya ant içen milyonlarca insan. Ben bu çoşkuyu ne Fransa’da gördüm, ne de İngiltere’de.  Fransızların ünlü savaş kahramanı De Gaulle için olsun, İngilizlerin ünlü devlet adamı Churchill için olsun bizim Atatürk’e olan bu derin bağlılık duygumuzu oralarda göremezsiniz. Bu bize has.

Sizin Atatürk’e olan saygı ve sevginizi de  biliyorum.  Nasıl bir sevgi bu? Üzerinden yıllar geçti ama milyonlar hala niye bu kadar bağlı Başkomutana?

 

GG:  Siz bana sormayın. Ben konu Atatürk olunca fazla abartırım. İnanın, inanmayın. Ama bana deseler ki, “ Atatürk geri gelecek, sen hayatını verir misin?”; beş dakika düşünmem. Bizim evde her yerde Atatürk fotoğrafı vardı. Hatta annem, “Yeter, birazda aile fotoğrafı asalım” derdi. Babam Celal Bayar’la da iyi dosttu. Onun resimleri de vardı bizde. Ama bende onarılmaz bir Atatürk sevgisi vardır. Bazen onun hakiki bir insan olmadığını bile düşündüğüm olur. Türkiye’yi kurtarmak için adeta özel yaratılmış. Yakışıklı bir adam; çok da akıllı. Yazılarına bakıyorum da bir asker bunları nasıl yazabilmiş diye şaşırıyorum. Fotoğraflarına bakıyorsunuz. Bir tekinde ters durduğunu veya buruşuk pantolon giymiş olduğunu, kravatının sarktığını göremezsiniz.

Annem, “Atatürk dans ederken ayakları yere değmezdi” derdi. Klasik Batı müziğini de bu çağdaş askere borçlu değil miyiz?

NG: Bir deha olduğu muhakkak.

GG: Nitekim Churchill bile, “Atatürk gibi bir deha dünyaya birkaç yüzyılda bir gelir ve bizim şanssızlığımız bu dehanın Türkiye’de dünyaya gelmesidir” demiş.

NG: Onların şanssızlığı, bizim şansımız olmuş.

İsim, Şehir, Hayvan oyununda ülkemizdeki turizm fiyaskolarından, adalet ve hukuk sistemindeki çarpıklıklara değin bir sürü konu “şakayla karışık” sunuluyor.  “Her ülke layık olduğu biçimde yönetilir” diye bir söz vardır. Türkiye bugün layık olduğu şekilde mi yönetiliyor? Ülkenin bir silkelenme ihtiyacında olduğunu düşünüyor musunuz?

GG: Sanatın görevi zaten budur. Eleştirmek. Bireyleri silkelemek. Yılmaz Özdil düşünce dolu her bir yazıyı öylesine sevimli kaleme almış ki, bir taraftan kahkahalarla gülüyor, diğer taraftan da kara, kara düşünüyorsunuz.

NG: Sayın Özdil gerçekten, güncel bir cin.

Son sorum Gencay hanım. Rahat bir emeklilik geçirmek varken, kendinizi hala niçin bu kadar yoruyorsunuz?

GG:  Üretmekten ve çalışmaktan mutlu oluyorum. Profilo AVM gibi rahat park yeri, hoş bir kafesi olan, Mecidiyeköy’ün orta yerinde merkezi  bir mekandayız. Şahsen ben Jak Kamhi’ye Profilo Alişveriş Merkezi’nde 2 ayrı tiyatro salonuna  yer verdiği için hem kendi adıma ve hem de Türkiye adına daima minnettarım. Bir şükran borcu da 1996’da kuruluşumuzdan beri desteğini sürdüren Efes’e ve tabiî ki bizleri izlemeye gelenlere…

NG: Çok teşekkürler Sayın Gencay Gürün.

 

Bir Yorum Yazın