Betul Mardin

Zamansız bir kadındır Betul Mardin. Azimli, sabırlı, disiplinli, motive edici ve en önemlisi sevecen…Mesleğimizin en önemli duayenidir o…Müslüman Türkiye’yi ta 1990’lı yıllarda tüm dünyadan en tanınmış iletişimcilerinin üyesi olduğu IPRA- Uluslararası Halkla İlişkiler Derneği’nde Dünya Başkanı olarak temsil etmiş bir kadındır.
Bana gelince; ben bu mesleği Betul Mardin sayesinde daha çok sevmeyi ve daha iyi yapmayı öğrendim. Uzun yıllar Halkla İlişkiler Derneği’nde birlikte çalıştık. Başkanım olarak bana daima güvendi. 1980’lerde Eczacıbaşı’nda, daha çok genç ve çiçeği burnunda bir halkla ilişkilerci iken Derneğin Yönetim Kurulu üyesi olarak bana sorumluluk ve yetki yükledi. Derneğin ve dolayısıyla mesleğin seviyesini yükseltmeye yönelik bilfiil çalıştık.
Bana kalırsa tüm Türk kadınlarının onu örnek alması gerekir.

Nilgün Güresin: Bilmeyenler için şu soruyla başlamak istiyorum. Kaç yıldır aktif olarak iş hayatındasınız?
Betul Mardin: 26 yaşında çalışmaya başladım. Demek ki 58 yıl olmuş.

NG: Bu kadar enerjiyi, yaratıcılığı nereden buluyorsunuz?

BM: Bence şöyle: Ben çalıştıkça açılıyorum; yaratıcılığım, enerjim azalmıyor, aksine artıyor. Ürettikçe aklıma başka, yeni, yepyeni şeyler geliyor. Zaten benim içimde sanki bir “düşünceler fabrikası” varmış gibi devamlı aklıma yeni fikirler gelir. Biliyorsun benim bir huyum da şudur: Bana herhangi bir konu hakkında fikir sorulursa, bir sorun falan var denirse, ben o konuda düşünür, düşünür üzerinde uyurum.

NG: Bunu hatırlıyorum. Gece uykusu sırasında değil mi? Notlar almanızla ilgiliydi sanırım; duymuştum ama bir kez daha dinlemek isterim.

BM: Evet geceleri olur bu. Benim yatağımın yanında daima kağıt-kalemim hazırdır. Sabaha karşı saat 3-4’de, aşağı yukarı, başıma adeta bir şey vurur gibi olur, uyanırım. Sorunun cevabını bulmuş olurum; hemen yanı başımdaki kağıda not edip, yazar, tekrar uyurum.
Bu zaten ispat edilmiş bir yöntem. Adı da var: Yaratıcılık. Bütün şarkıcılar, şarkı sözü yazarları da böyle yaparlar. Onların bazıları yanlarına teyp koyarlar. Düşünürler, taşınırlar. Akıllarına geleni hemen not ederler; teybe okurlar.

NG: Rüya görmek gibi. Hani sabaha karşı görülen rüyalar hatırlanır da, derin uykudakiler unutulur, gider ya. Gece karanlığında, o derin uyku sırasında, doğru, akla bir sürü değerli düşünce gelir; bunların unutulmaması için iyi bir çare.

BM: Yoksa mutlaka, o dakika unutulur. Bu benim kişisel tarzım. Ayrıca bilirsin çok okurum. Ona, buna da takarım.

NG: Neye mesela?

BM: Şu aralar düz saça takmış durumdayım.

NG: Eh şimdi moda. Rol modellerin saçları öyle de ondan. Televizyon dizilerindeki kadın karakterlerin, şarkıcıların, sunucuların, mankenlerin hemen hemen hepsinin saçları uzun, dümdüz, makyajları da tıpatıp aynı.

BM: Tahammül edemiyorum. Bazılarına da dümdüz saç hiç yakışmıyor üstelik. Elimle tutup, şöyle bir çekmek geliyor o saçları içimden! Yakışsın, yakışmasın bir düz saç modasıdır gidiyor.

NG: Hayatımızı, hatta kişiliğimizi belli modeller belirliyor. Aslında her zaman öyle değil miydi? Sadece bu kadar herkese açık ve demokratik değildi moda; bir zümrenin tekelinde gibiydi. Bir de imaj kavramı bu kadar yaygın değildi. Daha doğrusu imaj için bu kadar kafa yorulmaz, para harcanmazdı zira en iyi imaj samimi olan, doğal olandı.

BM: Öyle bir şey. Baksana artık gelenekleri bile modeller belirliyor.

NG: Buradan hemen iki kan kardeş kavram olan imaj ve itibar konusuna atlamak istiyorum. Siz, biz halkla ilişkiler uzmanlarını “itibar mimarları” olarak adlandırırsınız. Sizce imaj mı önemlidir, itibar mı?

BM: Tabii ki itibar. İmajın arkasında “itibar” yoksa hemen çöker. Bastığın yer sağlam olacak.

NG: İtibar ne demektir? Bir kişinin, bir kurum ve kuruluşun, hatta bir ülkenin itibarlı olmasından ne anlıyoruz?

BM: İnsanların saygı gösterdiği, sözüne ve sağlamlığına inandığı, itimat ettiği kişileri, ürünleri anlıyoruz. Örneğin, “Ben bunu alırsam mutlaka iyileşirim” diye düşünülen bir ilaç, bir gıda gibi.

NG: Sohbetimizin başında da değindik; upuzun bir süredir “itibar” sektöründesiniz. 1995’de IPRA’nın Dünya Başkanı (International Public Relations Association) oldunuz; üstelik de müslüman bir ülkenin kadın temsilcisi olarak. Dünya Başkanı olarak seçilişinize kadar olan süreci yakından bilen birisiyim; bir dizi rakibi azminiz, bilginiz ve sabrınızla öyle bir elediniz ki, bugün bile düşünürken hisleniyorum, gururdan gözlerim yaşlanıyor. IPRA Başkanlığınızın tescil edildiği Cenevre’deki resmi yemekte “tolerans” temalı konuşmanızı unutabilmem ise asla mümkün değil.
Betul hanım, itibar ve imaj konusunda hepimizin duayenisiniz. Türkiye ile ilgili ulusal ve uluslararası bir çok kongre, toplantı, kurultayda sizin imzanız vardır. Sorum şu: Yıllar içinde sizce Türkiye’nin itibarı arttı mı?

BM: Osmanlı’dan bugüne mi, yoksa Cumhuriyet’den bugüne mi?

NG: Cumhuriyet benim için bu konuda milat.

BM: Tabii ki itibarı başka bir şekilde var. Yani insanlar bugün artık Türkiye’den bahsederken o eski, kötü sıfatları kullanmıyorlar belki ama hala hiç bir şekilde yeterli değil. Benimde çıldırdığım da bu zaten.

NG: Yani önyargılarda azalma var ama cehalette yok diyorsunuz?

BM: Bir de çelme takanlar var. Mesela şöyle bir şey: Türk kahvesinin bir başka ülke tarafından sahiplenilmesinin yanlışlığı üzerine bir çalışma yapmak istediğim zaman “elime vuruldu”. Denildi ki, “Hocam, bekleyin, yapılacak, sabırlı olun”. Yapılacak da, ne zaman? Yarın bile değil, dün yapılması lazımken! Halbuki bazı olayların karşısında bizim dimdik durmamız gerek; hemen tepki vermemiz gerek; bekleyecek zaman kalmadı. Bu da ancak uluslararası değerlerimize sahip çıkarak, bu değerleri dünyaya mal ederek olur. Ben bu konulara hala çok kafa yoruyorum.

NG: Çok doğru. Zaten ülkeleri de uluslar arası arenada en iyi kendi değerleri tanıtır. İşte Fransa deyince aklımıza hemen “mutfak kültürü”nün gelmesi gibi; şarap deyince İtalyanların, Fransızların hatırlanması gibi…
Sizin Halkla İlişkiler Derneği Başkanlığınız sırasında birlikte bir çok sempozyum düzenlemiştik. Hatta birkaç tanesi Gazeteciler Cemiyeti ile birlikte idi ve konu Türkiye’nin tanıtılmasıydı. Başlığı da dün gibi hatırlarım: “Biz mi Anlatamıyoruz?” Türkiye bugün tabii ki tanınıyor. Özellikle de turizm sayesinde ama nasıl tanındığını sorgulamak yine de şart.
Verdiğiniz örnekte olduğu gibi kahve deyince de akla hemen Osmanlı, Türk geleneği gelmeliyken, hal böyle değil.

BM: Başka türlü olabilir mi? Baklava ve lokuma ne dersin? Aynı durum. Çok üzücü.

NG: Bu kadar yoğunlukta dinlenmeye nasıl fırsat buluyorsunuz?

BM: Ben bunları düşünerek dinleniyorum. Aklıma neler, neler geliyor. “O yapılabilir, bu yeni bir proje olabilir” diyorum… Ona telefon ediyorum; bunu arıyorum; beyin jimnastiği yapıyorum… “Buluşalım, konuşalım, bu fikri projelendirelim” diyorum… Sürekli yaratarak, yeni enerji üretiyorum. O zaman hem çok iyiyim, hem de çok mutluyum. Ama bak, çok da düzenli yaşıyorum.
Biliyorsun artık geceleri çıkmıyorum. Çıkacak olursam da en geç 9 gibi evdeyim. Saat 10’da falan yataktayım. Bir yarım saat kadar o gün okumamış olduğum ekler, yazıların üzerinden geçiyorum. Güzelce gevşiyorum. 10:30’da ışığımı kapatıyorum.

NG: Sabah rutini nasıl?

BM: 6 sularında uyanıyor, kalkıyorum. Önce biraz jimnastik yapıyorum. Saat 7’de gazetelerimi alıyorum ve 8:30’da dek kahvaltı ile beraber gazeteleri okuyorum. Haberlerde ne var, ne yok, bakıyorum. Aklıma gelen bir şeyler olursa, notumu alıyorum. 8:30’da bir duş, sonra giyinme ve güne, o günkü hayatıma başlıyorum.

NG: Teşvikiye Palas’da kaç yıldır yaşıyorsunuz? Yanlış hatırlamıyorsam anneniz de üst katlarda idi.

BM: 1940’dan beri. Annem 5. Katta otururdu. 1953’de bana şimdi oturduğum katı hediye ettiler ve ben hala oradayım.

NG: Peki, “Yeter artık, herşeyi geride bırakıp bir küçük sahil kasabasına yerleşmek istiyorum” dediğiniz oluyor mu?

BM: Asla. Makul değil. Bir de Arapça cevap vereyim istersen: La muşmaul!
Benim gibi bir kadın oralarda ne yapar? 1. Gün oturdum; 2. Gün kitap okudum; 3. gün çıldırırım…

NG: 58 yıldır aktif çalışan bir kadınsınız. İngiltere’de de yaşadınız; çalıştınız. Yıllar içersinde Türkiye’de kentli kadının statüsünde ne gibi gelişmeler oldu?

BM: İlerleme tabii ki oldu. Hiçbir şey yerinde durmaz. Ama ben “mobbing” olayını da yaşadım. 25-26 yaşında çalışan bir kadın iken kadına “ezilebilir, daha ufak bir mahluk “olarak bakıldığını gördüm. Bir kadın çalışan o gün işyerine biraz sinirli gelmiş ise bunun konu edildiğini görürdüm. Patron tarafından azarlanan, ağlayan kızlar olurdu. O devirlerde böyle şeyler daha sık olurdu.
Basın dünyasında ise şu dikkatimi çekmişti. Gazeteciliğe ilk başladığım yıllarda gördüm ki orada herkes birinin flörtü gibiydi. Bir eğlence yeri havası vardı. Bundan hoşlanıyordu çalışanlar. Daha sonra, 2. Kez bir başka gazetede çalışmaya başladığımda bu havanın değişmiş olduğunu gözlemledim. Romantik havalar yerini arkadaşlığa bırakmıştı. Zaten Türkiye’nin de çok problemli yıllarıydı. Şahsen ben hem Tercüman’da ve hem de Yeni Sabah’da çok rahat ve mutlu çalıştım. Çok şey öğrendim; öğretildim. Sonra da TRT’ye girdim. Ankara’yı temsilen İstanbul’da bulundum.

NG: Turgut Özakman’ın kulaklarını bu vesileyle çınlatalım. Neydi göreviniz?

BM: 4-5 kadındık biz. Program uzmanlarıydık. TRT’ye program teklif eder, sonra da o programların prodüktörlüğünü yapardık. TRT bir süre sonra televizyonu öğrenmek üzere beni BBC’ye gönderdi ve dönüşüm Ankara’ya oldu. Bu sefer ben Ankara’da televizyonu öğretmeye başladım. Artık “Hocam” diye hitap ediliyordu bana.

NG: Kaç yıldır ders veriyorsunuz?

BM: 41 yıl oldu. Üniversitede babanla beraber ders verirdik.

NG: Türkiye’de bir üniversitede olmasa dahi ben de sizin daimi öğrenciniz oldum Sevgili Betul hanım. Sizden sadece bu mesleğe ait değil, hayata dair çok şey öğrendim. Her zaman çok güvendiğim ve beni etkileyen birkaç kişiden birisinizdir.
Hepimizi onurlandıran IPRA Başkanlığınızın sürecinden biraz daha bahsedelim isterim. İnatla, sabırla ama emin adımlarla başkanlık yolunda yürüdünüz. Çelme takmak isteyenler olmadı mı?

BM: Tabii oldu. Ben uluslararası olunca, özellikle Türk olduğum için çeşitli konuşmalarda, davranışlarda önyargılarla karşılaşmaya başladım. Beni dışlamaya çalışanlar oldu. Ben de onun için inat ettim.

NG: IPRA Başkanı olmaya ne zaman karar verdiniz?

BM: 80’li yıllarda yurdışına yönelik çalışmalara başladım. İngiltere’deki Halkla İlişkiler Derneğinin Başkanı Sam Black beni israrla IPRA bünyesine aldı. Hiç unutmam, Hong Kong’daki bir toplantıda bana şunları söyledi: “Sakın unutma Betul. Konuşmacıya bir soru sorulduğunda, 1. sorunun salona inanılmaz büyük bir kudret getirmesi gerekir. Herkesin dönüp, “Aaa, bu soruyu da kim, nasıl sordu?” demesi gerekir. Cevabı verecek olan adam bırak “yansın”. 2. Soruyu da sen sor ama orada dur ki “Eyvah, gene aynı kadın” demesinler”.
Hong Kong’daki toplantıda bir Amerikalı çıktı kürsüye ve, “Ülkemizde şirketlerle nasıl iletişim kuruyoruz?” konusunda bir şeyler söylemeye başladı. Dinliyorum ama kulaklarıma inanamıyorum. Yahu, Hong Kong zaten şirketler cenneti…

NG: Tereciye tere satıyormuş galiba…

BM: Ayağa kalktım ve “Siz bu konuşmayı özel olarak bize mi hazırladınız; yoksa bu konuşmayı New York’da bir yat klübünün üyelerine de verebilir misiniz?” diye soruyu patlattım! Döverler adamı! Bizleri o kadar küçümsüyordu ki!
Müthiş bir alkış koptu. Kıyamet! Çıktım salondan.
Bir sonraki toplantıya gelişimde üyeler etrafımı aldılar ve “Anne, anne” diye tezahürat yapmaya, bağırmaya başladılar. IPRA’lılar bana hala “Mother” derler. Yani, onlar için 3. ve 4. dünyayı koruyan kadın oldum.

NG: Başkan olunca da tüm dünyayı saran ve koruyan kadın oldunuz.

BM: Evet, öyle. Amerikalıların, İngilizlerin kocaman egolarını anlatamam sana. Burunlarını sürtmek gerekti.

NG: Ben de yurdışında yaşarken, üstelik de o zamanlar bir üst düzey yönetici, genel müdür seviyesinde bir Hollandalı ile evli olmama rağmen egolarla ne kadar sık karşılaştım. 22 yıl kendimi adeta bir “gönüllü Türk büyükelçisi” olarak gördüm; gerektiğinde lafımı hiç sakınmadım. Bu mesleğin bir uzmanı olmak da çok işe yaradı tabii.

Siz yurdışı çalışmalarınızın yanı sıra bir zamanlar sık, sık Anadolu’ya da giderdiniz. Oralarda dinlediğiniz bir sürü anekdot olmalı sizi kah şaşırtan, kah güldüren. Aklınıza gelen birkaç öyküyü bizimle paylaşır mısınız?

BM: Kadın hikayeleri beni çok güldürürdü ve evet bazılarını da sık, sık hayretle dinlerdim.
Anadolu’ya gitme nedenim çeşitli kentlerde Halkla İlişkiler mesleğini tanıtmak, önemini vurgulamaktı. Gidip de, konuşma yapmadığım şehir yok gibidir. Halkla İlişkiler Derneği Başkanı iken de sık, sık davet edilirdim.

NG: Sizi tanımayan yok ki zaten!

BM: Sahi mi?

NG: Tabii ki. Olmasın da zaten.

BM: O gitmelerde, gelmelerde bir dizi hikaye duydum, öğrendim. Bir tanesi çok ünlüdür, anlatayım.
Kadınlarla oturuyoruz; çoluk, çocuk meseleleri konuşuluyor. Etrafta, “Çocuk ters gelirse ne olur?” diye bir soru dolaşıyor. “Kadın hamile; ağrı başlıyor; bir de bakıyorsun ki çocuğun kafası yukarda; o zaman siz ne yaparsınız?” diye sormuş bulundum. “Çok basit” dediler. “Çok basit” lafı üzerine 2 ayrı hikaye biliyorum aslında.

NG: Eee, ne yaparlarmış bebeği?

BM: Bir tanesi aynen şöyle cevap verdi: Ayaklarından tutup, ağaca bağlarız; başı aşağıya sarkar. Mümkünse ağaç bir dere üstündedir. Derenin suyu soğuktur. O soğukta çocuk yavaş, yavaş, kendi, kendine normal durumuna döner!

İkincisi daha sempatik bir öykü… Dediler ki, “Hamile kadın sancı çekerken ayaklarından tutarız; hanımın kafayı aşağıya sallarız ve sallaya, sallaya böylece bebeği çeviririz!”. Ebe de orada ve anlatan ebeyi de durmadan övüyor. Dedim ki, “Ebe herhalde diplomalı, çok şey biliyormuş bu ebe”. “Yok canım, okuyup, yazması bile yok” demezler mi!

Anadolu’da böyle yüzlerce hoş hikaye vardır. Bir tane daha anlatayım istersen. Bu da son zamanlarda köylerdeki insanların büyük şehirlere göcü ve köylerde insan kalmamasıyla ilgili.
Bir köyde sadece 8 hane kalmış. Eskiden 48 hane iken, arsa, arazi için devamlı kavga ederlermiş; köy bomboş kalınca bu sefer de devlet kalan araziyi, “Buraya baraj yapılacak” diye istimlak etmiş. “Kalanlar ne yapmış?” diye sordum. 8 hane kamışlar ama birbiriyle hala geçinemiyormuşlar ve dargınmışlar.
Geçinemezsin tabii, doğru. Sabah, akşam hep iç içe, hep berabersin! Çok görüşen, çok darılır diye bir tabir bile vardır Osmanlı’da.
Bu aralar Başlık Parası meselesini de araştırmaya başladım. Hani şu kızları parayla satma meselesi…

NG: Bilgi Üniversite’sinde Aralık 2011’de organize edilen şiddet konulu, “Hiç mi Vijdanın Sızlamadı?” konferansında 30 yıllık ev yardımcınız ile ilgili bir anektod anlattınız. Neydi o?

BM: Bana yıllar önce, “Ben bir mandaya gitmiştim” demişti. Hikaye şöyle: Kızın ailesinin köydeki mandası ölünce, paraya da ihtiyaç var; onu bir mandaya satıyorlar. Geçenlerde köyden birilerine yine sordum. “Yok canım, artık manda falan değil, otomobil” dediler. Tepem attı. Sen de bu sabah geleceksin ya, şunu iyice bir öğreneyim dedim ve bunu bana söyleyeni aradım ve ben, “Yahu otomobil, bayağı tutar” deyince. “Yok canım, otomobil dedikse, 2. El” demez mi! Yine ucuza gidiyorlar. İşte kızlarımızın değeri bu kadar…

NG: Türkiye’nin en acil sorunu nedir sizce?

BM: Eğitim. Çok, çok acil. Ben çok büyük, çok kalabalık bir aileden geliyorum. Kendi ailemde bir tek dayak hikayesi bilmiyorum. Ben yalnız dadımdan dayak yerdim. Bu nasıl bir kafadır ki, karısını, kızını döver. Zorla evliliği bilirim; çok vardı, ama dayak?

NG: İroniye bakın ki, erkekleri yetiştiren, büyüten de yine biz kadınlarız. Aynı kadın daha sonra kendi oğlundan da dayak yiyebiliyor; veya bir töre cinayetine gaddarca ortak olup, kendi kızının ölüm fetvasını verebiliyor. Herhalde eğitim sistemimiz, gelenek ve göreneklerimiz ruh sağlığı bozuk, şiddeti seven, öfkeli, hastalıklı bir toplum yetiştiriyor. Şiddete karşı toplumsal tepki de zayıf. Geçenlerde karakolda şiddet gören bir kadının açtığı dava sonunda 3 polis “hafifletici sebeplerden dolayı” beraat ettiler. Örnekler dolu. Kadını suçlayacak hafifletici sebep bulmak da o kadar kolay ki! Cilve yaptı, bacağını açtı denir, hafifletici sebep olur. Önemli olan kadının koşulsuz olarak korunması olmalı.
Konuyu değiştirelim. Aşk mı, para mı, kariyer mi?

BM: Hepsi lazım.

NG: Beğenilmek mi? Sevilmek mi?

BM: Hepsi. Ben ikisini de isterim.

NG: Dini inançlarınız kuvvetli midir? Mucizelere inanır mısınız?

BM: Kuvvetlidir. Her şeye inanırım. Özellikle de dostluklara. 84 yaşındayım. Bu kadar yıl aşağı, yukarı 2 kişiden başka hiç kimseyle dostluğum bozulmadı. Dostluklar, ikiyüzlülük üzerine değil de sevgi üzerine kurulursa daima devam eder. O zaman geceleri de daha rahat uyursun. Galiba böyle olmak da lazım. Pozitif yani. Bir de ailemin siyaset yasağı. Bu da bence bir şanstı.

NG: Kendisiyle barışık olmak. O nedenle siz daima pozitif enerji verirsiniz. Bunu benim gibi, mutlaka öğrencileriniz de hissediyordur. Bunu iltifat diye söylemiyorum; benim bir tek Başkanım oldu, o da Betul Mardin… iyi yaşamın sırrı da bu positiflik herhalde.
Peki, bir küçük soru daha; kadın olmak mı; erkek olmak mı?

BM: Ben kadın olmaktan çok mutluyum. Bir kadın olarak önemli bir şey istedim ve onu başardım.

NG: Sabır mı, sebat mı?

BM: Sabır. Sebatda inat da var.

NG: Bu soruları genç kuşaklara sorduğunuz zaman tamamen farklı cevaplar alıyorsunuz ve genelde öncelik tercih “para” oluyor. Zira paranın olmadığı yerde aşk da olmuyor diye düşünüyorlar.

BM: Benim zamanımda balıkçıya kaçılırdı; artık sevmiyorlar demek balıkçıyı…

NG: Sadece dizilerde seviyorlar…
Sizi dinlemenin keyfine doyulmaz Betul hanım. Bu güzel sohbete ve ayırdığınız zamana çok teşekkür ederim.

  1. 4-30-2012

    Sevgili Betul ablacıgı
    Her zamanki gibi cok hossun Seni cok seviyorum
    Nilguncugum,
    Bu keyfi bir kez daha tattırdıgın icin cok tesekkurler

    • 5-2-2012

      Sedat’cım sağol,varol. Bu site benim abla ve abilerimize boynumun borcudur diye düşünüyorum. Okumaya devam et ve düşüncelerini herzaman paylaş lütfen. Sevgiler.
      Nilgün

  2. 5-1-2012

    “muhteşem” okumaya doyamadım.

    • 5-2-2012

      Çok teşekkürler. Düşüncelerinizi daima paylaşmanız dileğiyle.
      NG

  3. 5-2-2012

    Nilguncugum, harika bir soylesi Betul Hanimi bir gun agirlasak sohbet etsek ne guzel olur .
    .

    • 6-11-2012

      Gül’cüm,

      Bu çok geç bir cevap oldu, kusura bakma. Sonbaharda Betul hanıma memnuniyetle sorarım.

      Bu arada yeni röportajım da sitede: İshak Alaton ile. Yazılarla ilgili yorumlarını herzaman beklerim. Linki de dağıtabilirsen sevinirim.

      Sevgiler.

      Nilgün

  4. 5-2-2012

    Nilgüncügüm keyiffffle okudum, vallahi Betül Hanım hepimizin gurur duyduğu bir marka, keşki hepimizin ondan feyz alma şansı olsaydı.
    Ben şimdi diyorum ki, Betül hanım yeni bir hareket başlatsın, iş dünyasındaki kadınları (büyük iş kadınlarımızdan bahsetmiyorum) bizim gibileri destekleyip sosyal bir kadın hareketi başlatsın. Bu kadın hareketinde herkes birbirini desteklesin, herkes birbirinin işine katkıda bulunsun, ombusman da Betül Hanım olsun, belki kişileri birbirine yönlendirir vb gibi. Ne şık olur, belki de hayatının projesini gerçekleştirir. Bence bunu projelendirelim.
    sevgi ve selamlar.

  5. 6-8-2012

    büyük bir zevkle okudum, sayfanızı yeni buldum, en kısa zamanda diğer yazıları ve röportajları da okuyacağım,teşekkürler…

    • 6-11-2012

      Sevgili Gönül hanım,

      Güzel sözlerinize teşekkürler. Okumaya devam etmenizi ve siteyi dostlarınızla paylaşmanızı diliyorum. Yorumlarınızı da herzaman beklerim.

      Nilgün Güresin

Leave a Comment to Nilgun Guresin