Atilla Dorsay

Türkiye’de “sinema eleştirmeni” denildiği zaman kuşkusuz ilk akla gelen isim Atilla Dorsay’dır. Yıllarını sinema sektörüne adamış bir emekçidir, bir duayendir Dorsay; dolayısıyla gerektiğinde lafını esirgemez. Ama yapıcıdır, eleştirileri gerçekçi ve analitiktir. Gerektiğinde de ayakta alkış tutmayı, bizi yurtdışında da gururla temsil etmekte olan sinema sanatçılarımızı yüceltmeyi de hiç ama hiç ihmal etmez. Atilla Dorsay’ı sadece bir sinema adamı olarak düşünmek haksızlık olur; Dorsay sinemayı ele alarak “eleştiri” üslubuna yeni bir boyut getirmiş olan gazetecidir.

Nilgün Güresin: Konu eleştiride üsluptan açılmışken, size ilk sorum, “üslupsuzluk” üzerine olacak.

Bizim siyasilerimiz üsluplarına niçin çeki düzen vermeyi hiç akıllarına getirmezler? Eleştiriyi küfürle yapmak, kafa tutmak, saldırmak bir marifet midir?
Evrensel nezaket kurallarının dışına çıkılarak birbirine saldırma tek üslup sanki. Horoz dövüşlerini hatırlatıyor adeta.

Televizyonlardaki açık oturumlarda bile bu seviyesizliğe rastlayabiliyoruz. Üstelik medyanın sayın mensupları, “Beyler, kendinize hâkim olun, böyle konuşmayın” demek yerine genelde seyirci kalmayı tercih ediyorlar. Herkes bundan şikâyetçi ama üzerinde durulmuyor. Siz ne dersiniz Sayın Dorsay?

Atilla Dorsay: Evet, toplumda genel bir üslupsuzlaşma olayı var. Bunu sinemada da şöyle hissediyoruz. Eskiler bilinmiyor, tanınmıyor ve maalesef gösterilmiyor.
Ben yıllarca TRT 2’de klasikleri sundum. Bugün bunu yapamıyorum.

Bizim dönemimizde Alfred Hitchcock, Orson Welles denildiği zaman genç sinemaseverler neredeyse ayağa kalkıp, ceketlerinin düğmelerini iliklerlerdi.

Bakıyorum seviyesizlik bugün bütün alanlarda var. Toplumların genel hayatında; yalnız Türkiye’de de değil ayrıca tüm dünyada.

Bizde ise bence sebep “genel kültür” denilen olayın önemsenmeyerek, kaybolması meselesinden kaynaklanıyor. Herhalde çağımızın gereği diye susuyorum ama benim elimde imkân olsa ya da herhangi bir kanal yeniden sinema klasiklerini Türk toplumuna sunmak misyonunu yüklenmek istese– ki bir kamusal kanal olarak bunu ilk başta TRT’nin yapması gerekir– ben her zaman hazırım. Koşar, hiç para-pul da söz konusu olmadan, filmleri benim seçmem kaydıyla, 2’şer, 3’er dakikalık sunuşlarla bu eğitimi veririm.

Klasikleri bilmeden nereye varabilirsiniz ki?
Tüm sanatlara kilometre taşları koymuş, sanatların yollarını döşemiş eserleri bilmeden sadece günümüzde yapılan, bazıları üstelik sıradan ürünlerle ne o sanat gerçek alanda izlenebilir, ne de eleştirmen olunabilir.

Eleştiri bir sanatı geçmişiyle, bugünüyle ve hatta geleceğiyle bilmek ve hayal edebilmek işidir, emeğidir.
Akıllı, zeki bir bilim kurgu örneği vereyim: Fritz Young’un 1927 yılında yaptığı sessiz “Metropolis” filmini bilmezseniz, bugünkü bilim kurguda yapılmış her filme ağzınız bir karış açık, ayran budalası gibi bakar, hayran olursunuz.

NG: Siz sinema eleştirmenliğini kurumsallaştıran kişisiniz. Mesleğe babamın Genel Yayın Müdürü olduğu 1960’larda Cumhuriyet’de başladınız. Şu öyküyü bizimle paylaşır mısınız?

AD: 1966 Aralık ayında “sinema yazarlığına” karar verince bu konuda Cumhuriyet Gazetesine başvurmayı düşündüm. Zira Cumhuriyet bizim evimize giren gazete idi ve 6 aydır gerçek anlamda sinema eleştirisi çıkmıyor, sayfa da boş kalmıştı.
Yazılarımı yanıma aldım ve Cumhuriyet’e gittim. Orada kime gideceğim? Ecvet (Güresin) beye gideceksin dediler…
Odasına çıktım; bana çok büyük gözüken bir masanın arkasında kartal gibi bakan yeşil gözleriyle yüzüme baktı. Yazılarıma bir göz attı ve “Bunları bize bırakmalısınız; inceleyip, bir karara varırız” dedi. “Peki, bırakırım” dedim. “Ama cevabı benden değil Erol Dallı’dan alacaksınız” dedi.

2–3 gün sonra bizzat kalktım, gittim ve Erol Dallı’ya çıktım. “Yazılarınız iyi, kullanacağız ama izninizle birkaç değişiklik yapacağız” dedi.
“Tabii” dedim. Ve hakikaten bir kaç küçük ve gayet yerli, yerinde değişiklikle yazılarım yayınlanmaya başlandı.
Sağolsunlar beni gazeteye alan, o acemi yazılardaki, var idiyse saklı değeri ilk defa keşfeden ve bana gazetecilik yolunu açan Ecvet Güresin-Erol Dallı ikilisiydi.
Bu açıdan babanıza çok büyük saygı besler ve her ikisini de sevgiyle anarım.

NG: Söyleşimize böyle duygu dolu bir anekdotla başladık… Bu güzel anınızı benimle paylaştığınız için teşekkür ederim.

AD: Ayrıca Cumhuriyet Gazetesinin çok da iyi bir dönemiydi diye ilave etmekte yarar var.

NG: Sizin hayatınızı değiştiren önemli bir olayla sohbetimize başladık.
Belgesel nitelikteki iki önemli kitabınıza, 1985–2005 dönemini anlatan “Hayatımızı Değiştiren Filmler I ve II” ile devam edelim.
O yıllarda neler oldu; sinema hayatımızı nasıl oldu da değiştirdi?

AD: Bu bir tür meydan okuma idi. Yoksa o dönemdeki filmlerin birçoğu benim hayatımı değiştirmiş değil. İnsanın hayatını değiştirebilen toplam olarak üç-beş, bilemediniz 7–8 film vardır; daha fazla yoktur.
Ben, sadece hayatımızı değiştiren en önemli filmleri değil, hiç değiştirmeyen filmleri de ciddiye alan bir insan olduğum için, periyodik olarak yaptığım bu eleştiri toplamlarını bu iki kitapta, o isim altında topladım.
Hatta “bu bir şakaydı” bile diyebilirim.
Hatırlarım, Hıncal Uluç da bana öyle bir değinide bulunmuştu: “Yahu, iyi, güzelde; gerçekten bu filmler hayatımızı değiştirdi mi?” diye.
Bu çok iddialı olurdu.

NG: Sinemanın insanları, olayları etkilemek gibi bir misyonu olduğunu düşünüyor musunuz?

AD: Bir misyonu var mı; o da tartışılır tabii. Çünkü sinemanın, bırakın ticaret ve sanayi ürünü olmasını, 7. sanat olarak ele aldığınız zaman bile, san’atın da genel anlamda misyon sahibi olup, olmadığının ya da olması gerekip, gerekmediğinin tartışıldığı bir çağda yaşıyoruz.
Bir dönemin, “sanat” mutlaka toplumcu olmalıdır veya “sanat” bir dünya görüşünün eseri veya uzantısı olmalıdır gibi çok kesin angajmanları bile bugün tartışılıyor.

Sanat “sadece bir güzellik, bir estetik duygusu vermekle mi yetinmelidir?” diye sorguladığımızda biliyoruz ki, bu bile çok saygın bir amaç.
Şayet sanat, topluma veya bireylere bir güzellik duygusu veriyorsa, kanımca bu bile kendi içinde çok önemli sayılmalıdır. Zira güzellik duygusu insanları alıp, cilalar, eğitir, olgunlaştırır; hatta çirkinliklerini törpüler. Güzelliklere açık olan insanlar, toplumsal konulara da açıktır ve ilgi duyar; öyle gözükmese bile, bunlar birbirine bağlı şeylerdir diye düşünüyorum.

NG: Sinema eğer güzelliklere açık ise ve hatta insanlardaki iyi duyguları dahi ortaya çıkartabiliyorsa, o zaman nasıl oluyor da bu kadar çok kan, şiddet, gözyaşı, çirkinlik içeren yüzlerce film gişe rekorları kırıyor?
Son yılların gişe hasılatı kıran filmlerinden biri “Testere” idi.

AD: Bunun çok olumsuz bir örnek olduğuna ve doğrudur, hiç de mutlu olunacak, iftihar edilecek bir dönem yaşamadığımıza inanıyorum.
Biz sinemayı belki diğer sanatlarda da olduğu gibi çok idealize ediyoruz ve topluma mutlaka güzel, olumlu, onu geliştirici ürünler veren veya vermesi gereken bir sanat dalı olduğunu düşünüyoruz.
Ama şunu da unutmamak lazım: sanat aynı zamanda toplumu yansıtan bir alandır. Bir nehir gibi akarken, onun yüzeyine baktığınız zaman kendinizi ve arkanızdaki toplumu da görürsünüz.

NG: Yapılan filmler toplumu yansıtır demek istiyorsunuz…

AD: Toplumda ne varsa, sanatta da o vardır. Bir anlamda da öyle olmak zorundadır.
Ne yazık ki çağdaş toplumlar gitgide bu şiddet sarmalına saplanıyorlar.
Siyasette şiddet var; bunca acı tecrübeye rağmen savaşlar, soykırımlar, kitle ölümleri bitmedi, bitmiyor.
Bireysel alanda insanların akılsal dengesinde bozulmalar olduğu için tarih boyunca yaşanmamış cinayetlere çağımız tanık oluyor. Aile ve arkadaşlar arası, aynı çevreden insanların birbirini inanılmaz biçimde kırıp, kıydıkları ve bu kıyımların biçimleri her gün gazetelerin manşetlerine yansıyor.
Hernekadar aydın olarak değinme hakkımız varsa da, bu çok ayrı ve bizi biraz da aşan bir analiz konusu ama gidişat işte böyle…
Sinemaya da yansıyan toplumsal şiddeti eleştirebilirsiniz ama engelleyemezsiniz.

NG: Sinemada ve televizyon dizilerindeki tiplemelerde erkeklerin %90’u silah çekiyor, yumruk atıyor ve üstelik bu bir güçlülük ölçüsü olarak algılanıyor…

AD: Çünkü toplumla ve hayatla en fazla iç içe girmiş sanat dalı sinemadır ve tabii televizyondur.

NG: Aslında tabii toplumdaki normlar da durağan değil.
Sinema gibi etkileşime açık… Ve bir de küreselleşme olgusu var…

AD: Etkileşimi ve değişimi kullanır sinema. Toplumdan, döneminden, çağından, aktüaliteden aldığını, sanatın kendine özgü formülleri ile yoğurarak gene topluma sunar.

NG: Bundan 10-15 yıl önce Slum Dog Milyoneri gibi bir filmin bir gün neredeyse tüm Oscar ödüllerini toplayacağını düşünebilir miydiniz?

AD: Hayır. Ben hatta bunu hem açıkça yazdım ve bir televizyon programında da söyledim.
Bence bu filmin müthiş başarısı Hollywood’un bir anlamda yeni Başkan Obama’ya ve O’nun yeni ve olası siyasetine onayı ve desteği anlamında olmuştur.

NG: Katılıyorum. Başkan Obama adeta yeniçağın “liderlik” sembolü haline geldi: genç, çağdaş, multi-kültürel, donanımlı ve siyasette ölçülü ve saygın.

AD: Çünkü Başkan Obama 3. dünyaya, farklı kültürlere, Asya-Afrika-Latin Amerika toplumlarının yaşam biçimlerine, demokrasiye geçişlerine saygı göstererek ve bütün dünyanın kanayan çıbanbaşlarından olan Ortadoğu’dan, El-Kaide’nin temsil ettiği İslam Terörü’ne kadar tüm bu sorunlara çok farklı bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Kendisi de bunu vadetmişti.
Dolayısıyla sadece Amerikan halkının değil, tüm dünyanın onayını aldı.

Hollywood’da bunun üzerine, Hindistan gibi çok farklı bir kültürü temsil eden, 3. dünyanın liderliğine soyunmuş bir toplumun sefalet, yoksulluk gibi çok kendine özgü sorunlarını yumuşak bir biçimde de olsa perdeye getiren bir filme bu kadar büyük bir hüsnü-kabul göstermekle Başkan Obama’ya da bir anlamda “Hoş geldiniz” dedi.
Bu filme giden bu kadar Oscar bence yeni bir dönemin de habercisi olmuştu.

NG: Oscar ödüllerinin seçiminde güncel siyaset ister, istemez her zaman rol oynuyor, değil mi?

AD: Hollywood da politize oldu ve büyük bir adada yaşayıp, dünyayı bilmeyen insanların ülkesi olmaktan çıktı. Holywood bugün artık dünyanın politik gerçeklerinden uzak kalamaz.

NG: Ancak Hollywood’da bazı yönetmenler geçmişte de daima siyasetle içiçe değil miydi? Örneğin Hitler dönemini karikatürize eden Charlie Chaplin filmleri veya Başkan Bush dönemini yerden, yere vuran Michael Moore gibi…

AD: Geçmişte Hollywood siyasete bu derece bulaşmaya çekinirdi.
Gerçi Amerikan geleneği, Başkanları ve onların etrafında gelişen olumlu-olumsuz olayları perdeye yansıtmayı sever. Aynı biçimde Amerika, 2. Dünya savaşının öncesinde, sırasında ve sonrasında bu büyük savaşa da yabancı kalmadı. Ama genelde birebir aktüel politikayla ve Amerikan kamuoyunu bir anlamda ilgilendiren ve çok da rahatsız eden bir takım olgularla içiçe filmler yapmak Hollywood’un pek geleneğinde değildi.

Ama son 5–10 yıldır çok farklı bir tablo var önümüzde. Irak savaşı üzerine, üstelik inanılmaz güzellikte ve Amerika’yı ciddi biçimde sarsan filmler yapıldı.

Ben konuya daha geniş bir açıdan bakıyorum. Amerika artık dünya ile ilgileniyor; sırf kendine dönük, o büyük adada yaşayan ve dünyada olup, bitenleri bilmeme hakkını kendisinde gören bir toplum değil.
Bunun yansımalarını da sinemada görüyoruz.

NG: Bir yerde bu açılım da sinemanın sayesinde… İki yönlü yani…
Avrupa sinemasına biraz değinelim. “Yeni Gerçekçilik” de bir zamanların politik bir akımı idi; hangi ülkede doğmuştu?

AD: İtalya. Bana göre bir zamanların en politik sineması İtalyan’dır. Hemen 2. Dünya savaşı sonrasında, hem faşizmin işlediği suçlar, hem de şaheser bir film olan “Bisiklet Hırsızları”nın simgelediği düzeyde, yoksullaşan toplumun bireyler düzeyinde yaşadıkları sinemaya ciddi bir biçimde yansıdı.
O siyah-beyaz filmler, Amerika dâhil birçok ülkenin suratına bir tokat gibi çarptı. Ama bugün İtalyan sinemasında politika kalmadı.

NG: İtalyan sinemasını konuşurken tavsiyeniz üzerine ısmarladığım şu enfes, incecik İtalyan usulü pizzayı yerken sormadan edemeyeceğim.
Tercihiniz hangi ülke mutfağıdır?

AD: Aslında nasıl sinemada tek bir alana, tek bir yönetmene çok bağlı kalmayıp konuya geniş bir yelpazede bakıyorsam, mutfakta da öyle…
Ama en çok sevdiğim mutfak Türk mutfağıdır.

NG: Sahi mi? Ben de fusion demenizi bekliyordum…

AD: Bayılırım Türk mutfağına. Yapılması zor, karışık ama iyi yapıldığı zaman inanılmaz bir düzeye ulaşan yemekler Türkiye’dedir. İşte imam bayıldı; işte dolma.
Fransız yemeği de el emeği ağırlıklıdır ama soslarla birçok şey halledilebilir.
Fransız mutfağını deneyli, cesur ve farklı tatlara açık olduğu için çok önemserim. Gurmeliğin olduğu kadar iyi aşçılığında en önemli ilkelerinden biri bu olmalı.
Hep babadan gördüğünüzü yapar, geleneklerin dışına çıkamazsanız, yine iyi bir yemek olur ama mutfağı adeta bir “sanat” halinde sunmak, daha ince, daha sofistike hale getirmek mümkün olamaz.

NG: Her alanda “yenilik” gerek. İnsanın kendi gelişimi için de, daha yaratıcı bir imambayıldı için de…
Bu gelişim daha çok sinemaya giderek mi, kitap okuyarak mı olur yoksa yeni bir dans öğrenerek mi, seyahat ederek mi, bence hiç farketmez ayrıca. Büyüdükten sonra o çocukluk meraklarını bir tarafa bırakan, yitiren insanlara her zaman çok şaşarım.
Karşımda sizin gibi duayenler olunca da yeni bilgiye olan merakım büsbütün artar.

AD: Bazen karşımıza öyle gazeteciler geliyor ki!
Üstelik bazıları ünlü röportaj yazarları bile oldular; hepsi değil tabii ama bazılarının bilgileri o kadar kıt ki! Bu sordukları sorulardan hemen anlaşılıyor ve cevap verenlerin neredeyse o sorulara karşı “Estağfurullah” demesi gerekiyor.

NG: Son yıllarda Türk sineması da atakta. Festivallere davet ediliyoruz, ödüllere doyamıyoruz. Müthiş bir gelişme. Dünya, Türk sinemasını merak ediyor, talep ediyor. Gururlanıyoruz. Bu nasıl oldu?

AD: Evet, Türk sinemasında bir patlama yaşanıyor.
Her zaman yeni, ulusal sinemalar ortaya çıkmıştır. Bir dönemde Fransız, Alman, İsveç sinemaları var oldular. 50’lerden başlayarak Satyajit Ray’ın başı çektiği bir Hint sineması; Kurosawa’lı bir Japon sineması gerçeği var. Bütün bunlar son derece önemli sinemalardır.
20 yıl kadar önce bütün dünyayı İran sineması sarstı. İspanya’da, diktatörlüğün çöküşünden ve demokrasiye geçişten sonra sinema aldı, yürüdü.

Bugünlerde de bir Türk sineması patlaması yaşanıyor.
Türkiye çok değişken, çok kıpırdayan bir toplum… Kendi içinde bu kadar devinim halinde dünyada başka bir toplum var mıdır, bilmiyorum.

Türk sinemasının son dönemlerde 2 çok önemli başarısı var. Birincisi sinemamız ayağının altından kaymış olan seyircisine tekrar kavuştu. 1974’lerde başlayıp, 80’lere kadar süren hiçbir ciddi filmin yapılmadığı, bir seks filmleri dönemi yaşanmıştı. Hatta 80’lerde Türk sineması yok olma korkusunu bile yaşadı. 90’ların başından itibaren yabancı şirketler ülkemize girdiler, bürolarını açtılar, yabancı tüm filmler hemen vizyona girmeye başladı ve Türk sineması yine ölümcül bir yara aldı.
Yabancı film hayranlığı ve merakı yüzünden Türk filmleri seyirci çekemedi.

Bütün bunlardan sonra bugün ise en çok iş yapan filmlerin çoğu Türk filmi…
İnanılmaz bir sıçrama; gelişme de değil, atlama.

İkinci başarı ise Türk sineması son 15-20 yıldır dış festivallerde izleniyor, davet ediliyor, seçilip, yarışmaya alınıyor, kabul ediliyor, eleştirmenlerce beğeniliyor ve ödüller alıyor. Üç Maymun, Gitmek ve Sonbahar adlı filmler batıdan 15-20’şer ödül aldılar.
Türk toplumu çok dinamik bir toplum… Bu toplum için her şey söylenebilir ama üzerine ölü toprağı serpilmiş denemez.
O eski neşeli ve canlı Avrupa kentleri yok artık. İstanbul ışıl, ışıl…

NG: Bu müthiş patlamanın uzun vadeli olacağını söyleyebilir miyiz?

AD: Çok kötümser bakışlar da var. Bazı köşe yazarlarından bireysel, ya da bazı kitlesel soruşturmalardan çok menfi yorumlar ortaya çıkabiliyor.

Bence sinemamızda müthiş bir hareket var.
“Gitgide muhafazakarlaşıyoruz; gitgide örtünüyoruz, kapanıyoruz”; “ılımlı İslamı da aşan bir tutuculuğa doğru gidiyoruz” diye düşünenlere ben çok rağbet etmiyorum. Toplumda öylesine bir hareket, dönüşüm ve çağdaşlaşma yönünde öyle bir ortak istek ve bilinç belirdi ki, bütün bunların, doğru olsalar bile aşılacağına ve Türk toplumunun giderek daha da modernleşeceğine inanıyorum. İran’daki düzenin bize geleceğini hiç sanmıyorum ama özellikle kadın sorunlarımıza ayna tutacak filmler yapan, kadın yönetmenlerimizin sayısının artmasını da diliyorum.

Ayrıca “Mustafa” örneğinde olduğu gibi, büyüklerimizin “insan tarafını” gösteren doğru dürüst filmlerin yapılmasını da destekliyorum. Bir İnönü filminin, bir Nazım Hikmet, Necip Fazıl (Kısakürek), Yılmaz Güney gibi kendi cemaatleri tarafından idolleştirilmiş, ideolojik düşüncelerin kahramanı olmuş önemli şahsiyetlerin objektif filmlerinin yapılmasına da ihtiyaç var. Bu, toplumun ortak değerlerine sahip çıkılması demek olacaktır.

Toplumsal ve tarihsel eylemlerin hesabını da verebilmeliyiz. Azınlıklara karşı davranışlarımız, tarih boyunca genelde gurur verici bir düzeyde seyretmiştir.
Ama hatalarımız da tabii oldu. Geçmiş yönetimlerin bunları kabul ettiğini siz hiç duydunuz mu?
Örneğin Tomris Giritlioğlu’nun Varlık Vergisi faciasını anlattığı “Salkım Hanımın Taneleri” filmi o nedenle bence çok önemliydi. Toplumumuzun “Kara Lekeleri’nin temizlenmesi için önce onları kabul etmemiz ve hatta belki de özür dilememiz gerekir.
Özür dilemek Türk devleti gibi yüce bir devlete hiç bir şey kaybettirmez.
Almanlar ve Amerikalılar bunu yaptı.
Aptalca gurur ve milliyetçilikle çağdaşlığa ve demokrasiye varılamaz.

NG: Madımak olayının zaman aşımına uğraması hususu maalesef kamuoyu vicdanını çok zedeledi. Dileriz ki toplumu, sanatı, farklı düşünceyi sansürleyen, yakan, hapseden zihniyetin geri sayımı başlamış olsun ki ülkemiz sineması da bu yeni açılımdan payını alabilsin.

Çok teşekkürler Sayın Attila Dorsay.

Bir Yorum Yazın