Ara Güler

Nilgün Güresin sordu; Sayın Ara Güler yanıtladı.

Ara Güler: Kıpkırmızısın…

Nilgün Güresin: Evet, favori rengimdir; sizin için giydim. Ya siz, kırmızıyı sever misiniz?

AG: Bilirim, tanırım; anladın mı?

(Karşılıklı kahkahalar….)

NG: Kırmızı romanlarımıza bile girdi. Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı” adlı bir romanı var ya…

AG: Sahi mi söylüyorsun; yapma yahu!

(Kahkahalara devam….)

NG: Sizin gibi bir ikonla röportajın pek kolay olamayacağını zaten tahmin ediyordum Ara bey; üstüne üstlük çok da renkli ve keyifli geçiyor; kabul ettiğiniz için teşekkürler.

Hadi başlayalım, 80 yıllık İstanbullu’sunuz….

AG: Taksim, Şehit Muhtar Caddesi, Şafak apartımanı, 4 numaralı dairede doğmuşum. O günden beri İstanbul’da, Taksim-Galatasaray ve şimdilerde Gümüşsuyu arasında nefes alıyorum..

NG: Dünyayı dolaşmayı da bunca yıldır araya sıkıştırıp, yorulmak nedir bilmeden, üretiyorsunuz…

AG: Türkiye’de, benim kadar dünyanın her tarafını gezmiş, görmüş birisi daha olacağını pek sanmam.

NG: Üstelik de sırtınızda, kolunuzda, çantanızda, yanınızda yüzlerce ekipmanla seyahat ediyorsunuz, hani film direktörlerinin çekime gidişi gibi, öyle değil mi?

AG: Onlar amatör kalır.

NG: Şu ara ne gibi yolculuk planları var?

AG: Artık hiç bir yere gidemiyorum ki! Uçak korkusu başladı, 1-1,5 yıldır… Esasında içine girip, gözlerimi de kapatıp, yol bitene ve öteki tarafta inene kadar unutursam yine de olur belki ama o korku var ya! O halde niye kendime eziyet edeyim ki be kızım? Ne işimiz var artık bizim havada?
Sen kuşmusun? Tanrı seni havada gitsin diye mi yarattı?

NG: Aa, ben de beni hep leylekler getirdi sanırdım….

AG: Haklısın, öyle banka reklamları bile vardı…

NG: Siz Picasso’yu tanıdıktan sonra demişsiniz ki: “Picasso ile hayat konuşulur, sanat değil. O’ndan, hiçbirşeyi fazla dert etmemeyi öğrendim…”

AG: Picasso, hiç kimseyi ve hiç birşeyi takmazdı. “Ben resim çizerim; isteyen bakar, istemeyen bakmaz” derdi. “Ne beğenirlerse umurumdadır, ne de beğenmezlerse ..”

NG: O zaman niçin resim yapıyordu; kendisi için mi?

AG: Tabii ki, sadece kendi keyfi için çizerdi. Sen büyük Picasso’nun yanına gidiyorsun; yalvar, yakar oturuyorsun. Hayranlıkla resimlerine bakıyorsun; O’da içinden şunu geçiriyor: “Geldi yine bir başka hayran enayi daha resimlerime bakmaya…” O kadar işte..
Söylediğim çok müthiş birşey değildir; müthiş olan Picasso’dur.

NG: Siz niçin yıllardır bıkmadan, usanmadan fotoğraf çekiyorsunuz. Neyin peşinde, neyin arayışındasınız?

AG: Gazeteci olduğum için, dünyayı çekmek zorundaydım. Müthiş ve meşhur Picasso’yu da, tabii ki çekeceksin. Söyle bana, bir fotoğrafçı için böyle bir fırsat kaç kez ele geçer ki ?
Mesela, bir İngiliz Kraliçesi, Picasso kadar ünlü olabilir mi? Değildir ve olamaz.

Yahu kardeşim, bu bir köylü çocuğu imiş. Dünyanın en tanınmış adamı oluyor, düşünsene. İngiliz Kraliçesi tanınır, çünkü İngiliz Kraliçesi olmasa başka bir nane olmayacak! Ne yaratabilmiştir ki?

Yaratıcılık ve yaratıcı adam olmak önemlidir hayatta. Yalnız Picasso değil, dünyada bir sürü yaratıcı dehaya sahip, zeka ve yetenek var. Aslında dünyanın bütün mühim adamları dünyamıza hep birşey katan insanlar olmuşlardır. Katkılar da ilim ve bilim alanındaki buluşlar, Galilea gibi adamların yaptığı gibi keşifler,
ispatlar ve hem de beyinlerde islahat yapan, beyinlerdeki birikimleri değiştiren, yönlendiren dahiler sayesindedir.
Picasso da böyle bir dahidir. Bence O’ndan daha iyisi de gelmedi dünyaya.
Belki Magritte (René); yok, yok O’da değil.
Dünyada çok sayıda “büyük adam” yoktur. Toplasan 5’i geçmez !!!

NG: Büyük adamın tarifi nedir?

AG: İz bırakmaktır. Ama izin de büyüğü vardır, küçüğü vardır. Mesela bir politikacı izini değil, nesini bırakırsa bıraksın farketmez. Ben bir politikacıyı adam yerine dahi koyamam.

NG: Tüm dünya politikacıları için mi konuşuyoruz?

AG: Elbette, anladın mı? Bunlar (politikacılar) işlerini yaparlar. 4 sene gelirler; sonra giderler, başkaları gelir, 4 sene de onlar kalır, filan, falan..

Bir de al Mozart’ı, Beethoven’ı; işte sana adeta “tanrı” gibi adamlar..

Veya Peygamberler…Onlar ÇOK (bunun altını çiz) önemli adamlardır. Örnek: Hz. İsa, Hz. Musa, Hz. Muhammet. Dünyayı ters yüz edip, değiştirmişler; büyük olaylar yaratmış ve ne biçim bir iz bırakmışlardır. Eskiden insanlar paganist idiler, totemlere taparlardı; çok tanrılı bir inanış biçimi hakimdi. Çok tanrılı bir inanç sisteminden, tek tanrılı bir dünyaya geçiş son derece önemli bir olaydır.
İnsanlık tarihi için de, işte böyle büyük hareketleri, devrimleri gerçekleştiren kişiler mühimdir. Yoksa Luther şunu dedi, bunu yaptı, pek sayılmaz..

NG: Christophe Colombe; Leonardo da Vinci?

AG: Colombe’un yerine, Vasco da Gama desen daha iyi.. Da Vinci, Michelangelo elbette “büyük iz” bırakanlar kategorisine girerler. Yaptıkları küçük şeyler değildir. Zaten sanatkar olmak çok zor işdir.

NG: Niçin? Sanatkar olunmaz, doğulur mu?

AG: Sanatkar olunmaz, aşağı, yukarı. Sanatkar doğsan bile n’olacak. Yaratmak gerekir.
Bir icracılar vardır; bir de sanatçılar. Beethoven bir sanatçıdır ama O’nun eserlerini çalan sadece bir icracıdır. Beethoven bestelemeseydi, ne çalacaktı?

Fotoğraf da bunun gibi birşeydir. Hayatımızı anlatır; görsel olarak hakikatı yansıtır.

NG: Gerçeklerin yansıltılması niçin bukadar önemli olsun?

AG: Önemlidir, çünkü bu miras kalıcıdır.

NG: Günümüz teknolojisi olan dijital makinalarla görüntü almak nasıl bir duygudur?

AG: O sadece yeni bir teknik, aslında hiç bir önemi de olmayan.

Fotoğrafı makinalar çekmez, insanın beyni çeker. Çoğu beyin hiç bir naneye yaramadığı gibi, fotoğraf da çekemez. Makina ancak kayıt eder, hepsi budur. Adam gençti, ihtiyardı, sağa baktı, sola döndü, bağırdı, sessizdi gibi hareketleri kaydeder.

NG: Fotoğrafı bir sanat dalı olarak kabul etmiyor muşsunuz….

AG: Bu yalnız benim değil, tüm Magnum’cuların ortak sözü ve anlayışıdır. Bu gazeteciliktir. Biliyorsun, Magnum, dünyanın dört bir yayına dağılmış, bürolar açmış bir röportaj ve gazete ajansıdır.

Şimdi bak, bana herzaman “İstanbul’un Fotoğrafçısı” denilmiştir; doğrudur da! Çünkü ben gözümü Taksim’de açmışım. Ondan beri dünyanın bir sürü yerine gidip, fotoğraf çekmemi bir tarafa bırakalım, tabii ki en iyi bildiğim, en uzun yaşadığım ve en çok fotoğrafladığım yer İstanbul’dur.

NG: Bugünkü “yeni” İstanbul” sizde hala o eski heyecanları yaratabiliyor mu?

AG: İyi sordun. Bugünkü İstanbul, hayır, yaratmıyor; ama ben bugün dahi İstanbul’un sokaklarında gezerken eskiyi hatırlıyorum, hatırlayabiliyorum.
Çünkü eskisini iyi biliyorum; benim için önemli olan da budur. “Bu sokağın köşesinde bir Rum madam oturuyordu; güzel bir kadındı, camdan bakardı” diyebiliyorum. Ya da sokağın köşesini döndüğümde “Buradan tramvay geçerdi” diye düşünebiliyorum. Anlıyor musun beni?

Bütün insanlar hatıralarıyla yaşarlar. Memleket sevgisi de budur. Memleket odur. Yoksa memleket sadece bir bayrak, bir marş değildir. Yaşadığın topraklardır. İnsanlar yaşadıkları topraklarda gömülmek isterler.
Babam bana bir gün “Beni niçin doğduğum memlekete götürmüyorsun?” diye sordu. Neresiydi gitmek istediği yer? Şebinkarahisar. Gittik, doğduğu köyü aradık, bulduk. Hayatındaki en önemli matrası bu oldu.

NG: Bu öykü sizin “Babil’den Sonra Yaşayacağız” kitabınızda da vardı..

AG: Evet, vardır. Babam doğduğu evi görmek istiyordu. Önce vapurla Giresun’a, oradan taksiyle Şebinkarahisar’a gittik. Aslında taa 6 yaşındayken İstanbul’a okumaya gönderilmiş, bir köy çocuğu iken, kentli olmuştu. Babam evini, karış, karış aradı. En sonunda da buldu; gösterdiği yerde bir duvar yığını, bir harabe vardı. Neyse ki, köyün ortasındaki çeşme duruyordu.
İstanbul’a döndükten sonra eczanesine her gelen dosta da bu öykümüzü anlattı, durdu…O’na yeni bir yaşam sevinci gelmişti.

Şimdilerde insanları robot haline sokmaya çalışıyorlar. Amerikalılarla, zavallı Avrupalılar elele vermişler, onların başının altından çıkıyor her bir meret. Büyüklük havası oynarlar hep, züppe Avrupalılar. Halbuki, hiçbiri bir Osmanlı’nın çizgisi kadar mühim değildir.
Bir hat san’atındaki bir çizgi kadar bile önemli değillerdir bana göre.

NG: Avrupa da dünyaya Rönesans’ı armağan etmiştir ama….

AG: Yeri İtalya’dır. Oradan bir Rönesans çıkmış ve insanlığa hediye edilmiş, bu bir gerçek. Ama bizim dünyaya olan katkılarımız da unutulmamalıdır.

NG: İslam san’atı dışındaki sanat dallarında, örneğin heykelde Cumhuriyet öncesinde bir şeyler ürettiğimiz pek söylenemez…Bunun için bence İstanbul’un parklarındaki heykellere bakmak yeterli.
Dünyanın en doğal heykeli olan kadın-erkek vücudunu temsil eden heykellere hiç rastlar mısınız bizim buralarda?
Ben buradan, toplumumuzdaki kadın-erkek ayırımı ve şiddet yönelimi ile ilgili bir sebep-sonuç ilişkisi bile kurabiliyorum.

AG: İslamiyet suret’i yasak edince bitmiş olay. Sanatın yarısı gitmiş. Özgürlük kalmamış. Resim yasaktır, surat çizmek yasaktır, denmiş. Çok yanlışdır. Yahudilerde de aynıdır. Eskilerde Yahudi fotoğrafçı bulamazsın; Müslüman da…. İstanbul’daki eski fotoğrafçılar ya Rum, ya da Ermeni idi. Ama bütün dünyada bir zamanlar böyleydi, hatta Fransa’da bile. Zaten fotoğrafı da icad eden Hiristiyan Fransızlardır.

NG: Kanada’da Türkiye’den gitmiş ünlü bir fotoğrafçı vardı…İlk adı Yusuf idi..

AG: Yusuf Kars, Mardin’lidir.

NG: “İstanbul’un Fotoğrafçısı” olmak ne demektir?

AG: Ben bugünkü İstanbul’da doğdum ve O’nu çektim. “Anı yakalamaya”, yakaladığım o anı yansıtmaya uğraştım. Biliyorsun, 1928’de, Cumhuriyet’den 5 yıl sonra doğmuşum. Hayran kalınan İstanbul benden de öncedir. 1900’lerin İstanbul’u, Pera’sıdır. Levantenler zaten artık yoklardı, gitmişlerdi.
St. Antuan Kilisesinin yanında Moulin Rouge varmış, düşünebiliyor musun?
Galatasaray’ın aşağısı, bugün restore edilmiş olan eskiden Fransızların yaşadığı mahalle. Masonluk falan da hep Fransız, İngiliz icadıdır.

NG: Fotoğraflarını, portrelerini çektiğiniz bir sürü ünlü var. Bir anektod anlatır mısınız?

AG: Alfred Hitchcock’un çekimi biraz sıkıntılı geçmişti. Ayaklarını ön plana aldığım bir kompozisyon yapmak istedim. Hitchcock rejisör falan olduğu için, zaten fotoğraf işlerini de iyi biliyor. Üstelik de karşımda kurnazca hareketler yapıyor. Adam ne de olsa, korkuyu sinemaya getiren, korkuya görsellik veren kişi; tabii ki tecrübeli, insan sarrafı olacak. Ben çekerken, sanki rol yapıyor, sesler çıkartıyor, oyun oynuyordu.
Hatırlıyorum, sabah saat 11 civarında çekime başladım, akşam 5’de ancak bitti. Önce bana kızdı, sevmedi ama sonra sevdi beni, şakalaşmaya başladı. Baktı ki, ben ondan daha matrakım, pek de takmıyorum, rahatladı adamcağız.
Ben de içimden: “Yahu ben, Picasso’larla filan röportaj yapıyorum, bu düdük de kim oluyor? Sen Hitchcock’san, ben de Ara Güler’im” diyorum..

NG: Olay hep insan ilişkilerinde düğümleniyor. Bu ünlü kişilerin ortak özellikleri var mıydı?

AG: Fiyakayla gitmeyeceksin böyle adamların yanına. Küfür eder, bırakır, giderler.

Ben de üstelik meşhurları değil, zamanın “en” meşhurlarını çekiyordum. Birbirlerini kıskandıkları olmuştu.

NG: Yul Bryner’in fotoğrafçı olduğunu duymamışdım…

AG: Önce Magnum’da fotoğrafçıydı; sonradan artist oldu. Meşhur oldu, çok para kazandı.

NG: Hayran olduğum bir sanatçı olan Chagall’dan biraz konuşalım. Sanki şiir gibi akıp, giden bir fotoğrafını çekmişsiniz. Fotoğraflarınız zaten şiirsel..

AG: Chagall hakkında kocaman bir kitabım var: “Yeryüzünde Yedi İz”. O kitabı Bertrand Russell, Tennesee Williams, William Saroyan gibi 7 meşhur adam hakkında yazdım. Tarihe tanıklık etmek istedim.

Ben yazarlığa 1950’lerde başladım. Öyküler, röportajlar, sanat kritikleri yazdım; aslında ne biliyorduk ki o zamanlar.. . Fotoğrafcılığa sonra geçtim.

NG: Türkiye’de sizce sanat bugün ne durumda?

AG: Türkiye’de cehalet gittikçe artıyor. Eğitim düzeyi berbat düştü. Bügünkü üniversite mezunları ne biliyor sanıyorsun? Dekanlara bak, profesörlere bak, kimdir, anla. Bir taraftan da YÖK seçti, seçmedi patırdısı. Ne acı!
Hiçbirşey bilmeyip de, bildiğini sananlar en tehlikeli insanlardır.

Peki sen Aphrodisias’ı benim keşfettiğimi biliyor musun?

NG: Sahi mi, aman hemen anlatın. Ne zaman, nasıl oldu bu keşif?

AG: Yahu otur oku Aphrodisias hakkındaki kitabımı, gözünü seveyim. Bekleriz…

(Kahkahalar…)

NG: Hayır olmaz, ben hemen bugün sizden dinlemek istiyorum bu ilginç öyküyü.

AG: İnatçı bir kızsın..

Türkiye bir açık müze, malum.
Aphrodisias’ı bir rastlantı sonucu buldum. Gazetem beni Adnan Menderes’in açılışını yapacağı Kemer Barajı’nın fotoğraflarını çekmeye göndermişti, yıl 1958. Geri dönerken, yolumu kaybettim ve kalıntıları gördüm. Bunun üzerine, oturup orası hakkında bir yazı yazdım. Mecburdum yazmaya ki bilinsin, öğrenilsin. Kazılar için, Prof. Kenan Erim’i de Türkiye’ye ben getirdim. Yoksa başkaları gelip, heryeri kazacak, götürecekti.

40 küsür defa gittim Aphrodisias’a, fotoğraflarını çektim ve bir kitap olarak yayınlandı. Önce İngilizcesi; daha sonra Türkçesi. Aslında, Türkiye Cumhuriyeti’nin oranın tapusunu bana vermesi lazım !

NG: Nemrut dağını da ilk siz mi çekmiştiniz?

AG: Benim 3 keşfim var: Aphrodisias, Nemrut ve Nuh’un Gemisi.
Ben gazeteciyim; bir şeyi görürüm, resmini çekerim ve onu tüm dünyaya dağıtırım. Bir bilim adamı değilim; oturup da incelemem. Ama herkes bilsin isterim.
Nemrut’a çıktığımda, arkeologlar orada gizli, gizli çalışıyorlardı; ben fotoğraflarla dünyaya yaydım. Stern için hazırladığım röportajım çok satıldı ve Nemrut böylece tanındı ve meşhur oldu. Paris Match’da çok ilgilenmişti.
Babandan bilirsin; yıllarca önemli gazetelerin Genel Yayın Müdürlüğü’nü, Başyazarlığı’nı yaptı. Bizim elimizdeki imkanlar Başbakan’da bile yoktur. Ben gazeteci olarak, bir yeri meşhur edebilme gücüne sahibimdir.

NG: Fotoğraflarınızdaki ışık oyunlarını farketmemek mümkün değil.
Işık sizin için ne ifade eder?

AG: Dünya ışıkla başlar; hayat ışıkla başlar.
İncil’de şöyle yazar: “Tanrı dünyayı yaratırken ışık olsun dedi ve ışık oldu”. Işık olunca hem herşey görünmeye ve hem de görme başladı. O “ışık” sembolik anlamdadır, hayatın doğuşunu simgeler. Din kitaplarında aslında son derece doğru şeyler yazılıdır. Ama içlerinde bugünkü 21. yüzyıla uymayan, olmaması gereken bölümler de var elbette.
Işık olmasaydı, filiz büyümeyecekti, bitki olmayacaktı. Daha ne söyleyeyim?

İhtiyarladım ve dondum ben bu müzede, ya sen, hala üşümedin mi? (Söyleşiyi Ara Güler Müzesi’nde yapıyoruz. Soğuk bir kış günü. NG)

NG: Sizi bulmuşken, bırakamıyorum ama peki son soru: Zenginlik mi, ün mü?

AG: Zenginlik daha iyi; zengin olursan, ün de beraberinde gelir amma şaka bir tarafa bana ne zenginlik, ne de ün gerek.
‘Adam’ olmak isterim.

Sevgili Ara Güler çok teşekkür ederim.

Bir Yorum Yazın