Münir Göker

Sevgili dostum Münir Göker, yıllar içersinde İstanbul’da yaşamın nasıl da değiştiğini “Yenikapı Hikayeleri”adlı kitabında öykülerle anlatır. Kitaba önsöz yazan değerli ağabeyim Doğan Hızlan’ın dediği gibi: “Bazı kitaplar vardır ki, içinden geçenlerin yaşamı, bir kuşağın günlüğünü oluşturur. Münir Göker’in kitabı bu cinsten”…

Bilmeyenler için belirteyim. Yenikapı Hikayeleri adlı kitabın kapak resmi de ünlü ressamımız Utku Varlık’a ait.

Sevgili Göker benim ricamı da kırmadı ve sitem için bir Yenikapı öyküsü daha yazdı. Yine Doğan Hızlan’dan bir alıntı ile bitireyim: Okuyun, bir kuşağın nasıl yaşadığını öğrenin. 

“Ne var ki en çok hüzündür yakışan bize
Belki de en çok anladığımız…”

Paul Verlaine

YENİKAPI’DA HÜZÜN

Yenikapı’ya hüzün sonbaharla iner. Düşen yapraklarla herkesin umudu azalır. Biz Kemal’in kahvede, geçmiş hikâyelerle avunuruz. Tellak, Çek Yüksel, Umbor Mehmet, Ayberk, Onat Ağabey, Köşe Haydar, Mavro Yahya ve diğerleri bembeyaz atlara binerek gitmiştir aramızdan.

Kahvenin dışarısında başka bir dünya vardı sanki. Bizden başta herkesin bir umudu vardı gelecekten. Arapoğlu dâhildir buna. Lahmacun satmak umudu vardır. Yeni yetme genç kızların sevgili bulmak umudu vardır. Aramızdan iş hayatına atılanların para kazanmak umudu vardır. Ama bizler, birkaç eski dost; sanki umutsuz bir kervanın arkasına takılmış gibiyiz sonbaharda.

Umutsuzluk, gidenlerin mi yoksa sonbaharın mı hüznüdür? Bunu tartışacak değilim büyük usta O’ Henry gibi. O muhteşem büyüklerin diline erişemedik hiçbir zaman. Onlar hem felsefe yapar, hem de okuyucuya öğüt verirler kimi zaman. Bizim ne haddimize! Biz sadece yaşadıklarımızı yazıyoruz. O büyük insanların kıyısına ulaşmak bile ne keyiftir bizim için. Kısaca okuyucuya öğüt vermeyi bırakıp, yine kendi ufak karemizde, umutsuzluğumuzu ve sonbaharla gelen hüznümüzü anlatmaya bakalım.

Seçimler yaklaşıyor. Milletvekili aday-adaylarının asıl aday olmak, sonra da milletvekili seçilmek umudu vardır. Kuşların umudu vardır. Sıcak ülkelere uçmak gibi… Nişanlının evlenmek umudu vardır. Piyango alanların zengin olmak umudu. At yarışı oynayanların atlarının birinci gelmek umudu. Rulet oynayanların bastıkların numaranın gelmesi umudu vardır. Ama bizim ne umudumuz olabilir? Yenikapı’da birbirlerine şiir okuyup, hiçbir iş yapmadan, düşlere dalarak neye umut bağlayabiliriz? Hele ben. Bir-iki hikâye karalamak, yüze yakın şiir ezberlemek, Baudelairi hayran olmak, yerli yersiz Atilla İlhan okumak… Bu yaştan sonra Sait Faik mi olacaksın be adam? Ondaki yazma azmi ve cesareti sende nerede? Sen ancak Tennesse Williams’ın senaryosundan İguana Geceleri filmindeki, ünlü aktörün şiirini okuyabilrsin.

“Ey cesaret gidecek bir yer bulamaz mısın?

Korku dolu şu kalbime yerleşemez misin?

Hüzünler burada bitiyor. çekirdek polisi ile alın  anıları  olmayan şair Ceyhun  Can giriyor hikâyeye birden.

Haaa, alın yazısı olmayan Ceyhun Can’ın ayrı bir özelliği var hikayemizde.O kavruk ve iyi bir şair.İçinekapanık,simsiyah gölüklerini hiç çıkartmayan,kimseyle konuşmayan,yalnız bir adam. Adana’nın fakir ailesinden İstanbul’a gelmiş.Fakülte yılları,parasızlık,yurtlarda altı yataklı odalarda yaşam.Ancak şairlik önde Ceyhun Can için.O yoksul yaşamda hiç anısı olmamış Ceyhun’un.Fakümtede bir kıza aşık olmuş ancak sıralarda kalmış bu sevgi. Açılamamış zeytin gözlü kıza.  Öncelikle onu anlatmak gerekecek bu sonbahar hikâyelerinde. Çekirdek polisine mutlaka sıra gelir bu toplumda(!)

Zaten  anıları olmayan Ceyhun Can’ın Yenikapı’ya gelişi Sonbahar’ın ve hüznün bir işareti gibidir. Simsiyah ve bir orman sıklığında saçları, ta kaşlarının hemen üstünden başlar. O nedenle Şair Ceyhun’un anıları yanında  alnı da yoktur. Allah öyle yaratmış Ne denir?

Ceyhun can’ın gelişiyle göçmen kuşlar Yenikapı’yı terk ederler. Şair Ceyhun’a kızdıklarından değil. Doğanın kuralı böyle. Bambuno’nun deyimiyle “Ceyhun Can’ın anıları ve alınyazısı yoktur” çünkü  yoksulluğu enellemiştir anılarını, saçları da alnını görünmez kılmıştır. Alnı hiç gözükmez. Bu nedenle kafasını hiç kaldırmaz önünden. Olmayan alnını göstermemek için.Olayı ileri götüren tiyatrocu fırlamalar :

“ Anıları,alnı,ve aılınyazısı olmayan Ceyhun Can..” demektedirler.Sanki kendi alınyazıları varmış gibi.

Etrafla hiç ilgilenmeyen Ceyhun,kitabını eline alır ( genelde bir şiir kitabı) yapraklarını özenle çevirir . Sayfaları kırarak işaretlemekten nefret ettiği için,kaldığı yerdeki göstergeçi alır,itina ile cebine koyar,başını hafifçe öne eğer..Anıları,alınyasızı ,ve alnı olmayan Ceyhun Can başını öğe eğince hemen çekirdek yemeğe başlar.Çünkü kabak çekirdeği en büyük dostudur alınyazısı olmayan şairin.Çoğu şair ve yazar içkiye sığınır,rakıdan  büyük keyif alırlar genelde. Ceyhun ise  çekirdek yemekten. Kabak çekirdeği en büyük dostudur.İlk şiir kitabını büyük zorlutlarla bastırmıştır. Beşyüz adet. Ancak bir yıl geçmesine rağmen onbeştane satabilmiştir.çünkü bi işin ticari yanını hiç bilmez.Medyatik olamamıştır. Oysa güzel ve derinliği olan şiirler yazar. Yakan dostu Necati”nin dediğine uyar:

“İyi şairler ve yazarlar ancak öldüklerinden sonra kıymetleri bilinir ve ünlenirler…”

Çünkü Necati’de kıyıda köşede kalmış bir yazardır. İyi anlaşırlar bu konuda.kendilerine bu konuda onlarca örnek bularak mutlu olurlar.

“Çıt, Çıt, Çıt”. Bu sesler, kapalı ortamlarda insanı rahatsız eder. Hatta çıldırtabilir. Çünkü kapalı mekânların verdiği melankoli, düşünceyi bozar. İnsanın düşünmesini engeller. Düşler kaybolur. Belki ben sevgilime seslenmek isteyeceğim odamın bir köşesinden.

“Hey Şeyda neredesin? Balkona çakacağım birazdan. Aşağıda bekle beni.”

Ama bu çıt, çıt, çıt mendebur tekdüze sesler benim sevgilime ulaşmamı engelliyor. Aklım hep o çıtırtılarda. Zaten oldum olası ifrit olurum tekdüzeliğe. Ravel’in bolerosu değil ki birader? Ne armoni var ne melodi boktan bir çıtırtıdır gidiyor. Ancak duygulu ve iyi şair Ceyhun Can bu çıtırtıları hiç duymaz. Çünkü Ceyhun çekirdekleriyle özdeşleşmiştir. Üstelik  alınyazısı yoktur. Gelecekten hiçbir şey beklemez. Tek keyfi çekirdeklerin tek düze melodisidir. Eleştirilere kendi de uyar. Kabak çekirdeklerini kesinlikle yere atmaz. Kimseye de güvenmez. Çünkü çöp kutusuna atsa ya kediler ortalığa saçar, ya da ya da Kafe Kemal’in kabadayısı Neron Altay, Kemal’e kızıp çöp kutusuna bir tekme atınca bütün kabak çekirdekleri hayda ortaya. Ceyhun kabak çekirdeklerin yere atılmasına tahammül edemez. Dökülünlari çevreye aldırmadan tere-teker toplayarakitina ile çöp kutusuna yerleştirir.Bu şairliğin verdği duygusalaktan değildir herhalde. Ceyhun sonderece tertipli ve düzenli bir insandır.Ancak ne yazıkki alınyasızı ve anıları yoktur. Pembe Panter’deki Blace Edwards gibi çekirdek yiyenleri takip eder. Bu nedenle çekirdekleri yiyip kabukların yere atmada milli olmuş magandalardan çok dayak yemiştir. Âdeta güncel ortamda bir çekirdek polisidir Ceyhun.  Alınyazısı olmayan Ceyhun Can, yanında Çekirdek Polisi diye de anılır Yenikapı’da.

 

İyi bir karikatürist olan Şair ceyhun’u Savaş getirmişti Yenikapı’ya. İlk dikkatimizi çeken gür saçlarının hemen kaşlarının üstünden başlamasıydı. O simsiyah saçlar kötü bir karanlık giysi gibi  kaplamıştı Ferit’in alnını. Alnı hiç gözükmezdi. Veya alınsız yaratmıştı Tanrı onu. Yenikapı’ya düşmeden Akademi gurubuna takılırdı. En yakın arkadaşı gariban yazarlaradan kambur Necati, ender Yenikapı ziyaretlerinde Ceyhun Can’ı görünce hayretler içinde bir çığlık attı.

“Aaaa! Alın Yazısı Olmayan Ferit! Ne işi var burada?”

Bambino Mahir anlamamış gibi sordu:

“Ne alın yazısı Kambur? Kimin alınyazısı?  Falcı Gülşah senin alınyazında Paris’e gitmek var diyor. Belki de gider kalırsın. Bizi de alırsın oralara.”

“Benim alın yazım değil Bambino. Ceyhun’un alın yazısı yok. Görmüyor musun ulan saçlar nerden başlamış?

Devam edecekti Utku. Ancak Ferit Utku’yu gördü ve el salladı. Utku buyur etti. Ağır adımlarla masamıza yaklaştı. Oturduğu anda Mahir Ferit’in elindeki iki ufak kesekâğıdını fark etti. Neden iki tane diye düşündü. Ne var acaba içinde? Kibarca masamıza oturdu. Tanıtım faslı ve hoşbeşten sonra Ferit kese kâğıdından çıkardığı çekirdekleri büyük bir özenle yemeğe başladı.

“Çıt, çıt, çıt, çıt.”

Durmaksızın aynı ritmik hareketlere, Mahir’n gördüğü en aristokrat çekirdek yiyiş. Çekirdekleri yiyip bitirdikten sonra itina ile diğer boş kesekâğıdına koydu. Ve Bu ritüel şölen durmaksızın devam etti. Masadaki herkes büyük bir hayranlıkla Ferit’in çekirdek yiyişini izliyordu.

“Çıt, çıt, çıt, çıt.”

 

Çekirdeği iki dişinin arasında kırıp, içindekini diline götürdükten sonra, boş çekirdek kabuğunu diğer eliyle ve büyük bir itina ile açtığı boş kesekâğıdına bırakıyordu. Aynı hareketleri Brahms yöneten orkestra şefi edasıyla ritüel olarak ve büyük bir keyifle yapıyordu. Bu Ferit’in aristokrat ve burjuva yanı idi. Zaten, karikatürlerinde genellikle köylülüğü hicvederdi. Necip Türk ahalisinden kim olsa çekirdek kabuğunu yere atar ve bu hareketinden büyük bir zevk alır. Halkımızın bu asil hareketi nedeniyle özellikle tatil yöreleri çekirdek kabuğundan geçilmez. O da öyle bir adamdı işte. Kendi aramızda bunu konuşurduk. Veya Fellini Türkiye’de yaşasaydı çekirdek polisi diye bir film yapardı.

Tabii işin güzel ve hüzünlü yanı, sonbaharın Yenikapı’ya gelişini Ferit’le anlardık. Nasıl mı diyeceksiniz? Efendim izah edeyim, müsaade buyurun:

Sakalı uzadığı günlerde beyazlarının epeyce olduğu gözükürdü. Sakal beyazları Ferit’i hüzne boğardı. Saçı neden beyazlamazdı. Bu konuda doktrinsel çalışmalar yapıldı. Can Paşa’ya göre Ferit arî ırktan geliyordu. Bu tür insanların saçları hem gür olur hem de beyazlaşmazmış. Diğer bir görüş ise, fiziksel bir olaydı. Ferit saçlarını diş fırçalar gibi günde iki kez yıkardı. Siyah bir şampuan kullanması ve formülünün bilinmemesi bu gür ve siyah saçları çıkarıyordu. Yeter be! Bana ne Ferit’in saçlarından demeyiniz. O zaman Yenikapı’daki hüznü nasıl açıklayacağız? Evet, Ferit saçlarında bir terslik olduğunda veya sakalı beyazlaştığı günlerde hüzünlü bir şekilde Yenikapı’ya düşerdi. Bizler de, göçmen kuşların gidişinden, yaprakların düşüşünden, rüzgârın sesinden önce Ferit’i izlerdik. Ne zamanki sakalına ak düşmüş veya saçlarında bir terslik var. Hah, derdik. Yenikapı’ya Sonbahar gelmiş.

Yine bir sonbahar günü, Mahir’e Baudelaire’in saçlar arasında bir yarımküre şiirinden pasajlar okumasına,  Gâvur Turgut sinirlenip, Cahid Sıtkı’dan 35 yaş şiirini biraz değiştirerek:

“Neden böyle düşman gözükürsünüz

Yılar yılı dost bildiğim siyah saçlarım?”

Manzumesiyle karşılık vermişti. Ferit’in ilk kez üzüldüğünü, her zamanki efendi ve kabullenmiş haliyle hiç yanıt vermeden, hılı bir şekilde çekirdek yiyişini ve ilk kez, belki de bilmeden, ya da hırslanıp çekirdek kabuklarını yere atışına tanık olmuştum.

Alın yazısı olmayan Ferit, yaz gelince Ayvalık’ta bir sahil kasabasına kapanıp ha bire karikatür çizerdi. Gezer tozardı ama Ferit’in kim farkına varacak? Bir gelişinde Yaman’ın yönettiği koro, bir çocuk şarkısını Ferit’e uygulayarak söylemeye başladı:

“Sonbahar geldi

Yaz sona erdi

Sert rüzgârlar, Ferit’in saçlarını

Yerlere serdi…”

Hiç kızmaz, renk vermez. Şarkı bitince alkış kıyamete hiç aldırmadan, Mahir’in yanına yaklaşırdı:

“Mahir, görüyor musun şu saygısızları? Güya beni kızdıracaklar. Bilmezler ki bu okul

şarkısı Haydın’ın bir bestesidir.

Ferit, alınyazısının olmadığının farkında değildi. Çünkü Utku dâhil kimse bu gerçeği ona söylemeye cesaret edemedi. Bilmesin daha iyi. Neşesi kaçardı. Çünkü Ferit aslında her şeye güler gibi bakardı. Bizlere, Mavroya, Lahmacuncu Arapoğluna, çöplerin üstündeki martılara, Yenikapı’dan geçip giden gemilere, bulutlara, göğün bir kısmına hep gülerek bakardı Ferit. Acaba alınyazısının olmadığının farkında olduğu için mi böylesine müsterihti? Onu hiçbir zaman öğrenemedik. Bu husus da tartışmalıydı. “Ferit’in alnı yoktu, ama belki alınyazısı vardı. Kim bilir bu gerçeği Allahtan başka?

Bir dergiye karikatür çizerdi. Zengin ve aristokrat aileden olduğu söylenirdi. Çamlıca’da eski bir kökte oturup, piyano çalan annesi varmış. İyi derecede Fransızca konuşulan bir aileye mensup olduğu söylenirdi. Neden Yenikapı’ya düşmüştü? Konuşmadığı için tümüyle öğrenemedik gerçeği. Yakın dostu Mavro Yahya bile tam bilmiyordu nerden gelip nereye gittiğini. Ancak Ferit’in adının geçtiği konuşmalarda:

“Birader. Önce şunu bilin. Ferit’in alınyazısı yok anladınız mı? O sonbaharla gelen adamdır. Dünya nüfusunda alınyazısı olmayan üç-beş insandan biridir Ferit. Geldiği yere hüzün getirir alınyazısı olmayan insanlar. Çünkü umutları da yoktur. Daima yalnızdırlar.”

Mavro açılmıştı. Konuştukça heyecanlanıyordu. Az konuşan biri olduğundan kimse sözünü kesmiyordu.

“Yalnız insanların umutları olmaz beyler. Orospunun bile bir umudu vardır. Zengin, yakışıklı ve nazik bir adamla yatmak umudunu saklar içinde… O adam belki bir gül getirir sevişmeden önce… Nedense kimse gül getirmez orospulara. Neden beyler orospular insan değil mi? Leyleklerin umudu vardır. Sıcak ülkelere uçmak umudu. Garibanın milli piyango umudu vardır vardır. Ancak Ferit’in alınyazısı yoktur.

Can Paşa dayanamayıp atıldı:

“Nerden biliyorsun Mavro adamın alınyazısı olmadığını?”

Yahya bilgiç bir tavırla iki elini ovuşturup, parmaklarını çıtırdattı. Sonra öğlen yediği lahmancuların baskısıyla olsa gerek, falcılar gibi hafifçe geğirdi.

“Ben bilirim paşam” dedi.

Günlerden bir gün, Ferit’e fenalık geldi birden. Düştü bayıldı. Herkes başında. Tellak, Militer doktor çıkacak. Deniz Harp Okulu son sınıfta. Ali Babaoğlu ise henüz pratisyen doktor. Bir süre Uygur Konrapa’nın fişteklemesi ile Militer doktor, sivil doktor tartışması yapıldı. Lahmacuncu Arapoğlu’nun çağırmasıyla Kemal Bey devreye girdi:

“Beyler adam ölecek be, bitirin bu tartışmayı da, bir tarafını açıp bakın. Sara mı var acaba?

Can umursamaz bir tavırla Uygur’un kulağına eğildi:

“Önce saçlarını kaldırıp, alnına bakalım. Alınyazısı var mı? Yok mu?

Bir Yorum Yazın