Beklan Algan

Tiyatromuzun Başöğretmeni Muhsin Ertuğrul Hoca’nın öğrencilerinden… “Her semte bir tiyatro” sloganını hayata geçirebilmek için yıllarını vermiş tiyatro savaşçılarımızdan…O’nu maalesef Eylül 2010 yılında kaybettik…

Beklan Hoca tiyatromuza alternatif tiyatroyu tanıtan ve tiyatro sanatına “araştırma kavramını” getiren ilk tiyatro duayenlerinden biri. 1988’de o dönemin Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Sayın Gencay Gürün’ün onayıyla kurduğu T.A.L. – Tiyatro Araştırma Laboratuvarı’nın bir gün aniden kilitlerinin değiştirilerek, kapatılmasını hala üzüntüyle hatırlıyor. Tiyatronun geleceğini ise araştırmaya, sanat-kültür-tiyatro üçgenine verilecek öneme bağlıyor.

Nilgün Güresin sordu; Sayın Beklan Algan yanıtladı.

Beklan Algan: Nilgün Hanım ben röportaj verme konusunda çok titizimdir.
Birçok kötü tecrübe yaşadım. Gazeteciler geliyor, benimle konuşup, gidiyorlar. Sonra Röportajlar yayınlanıyor; bir de ne göreyim: benim söylediklerim kesilmiş, atılmış, farklı yorumlanarak sunulmuş, aile hayatımla ilgili olmadık şeyler yazılmış…
Ben bu nedenle uzun bir süredir tüm röportaj taleplerini reddediyor ve hatta acaba soruları da ben sorup, cevaplarını da yazılı olarak ben mi versem diyordum. Herhalde ismim de çıkmıştı ki, artık pek kimse de röportaj talebiyle gelmiyordu.

Nilgün Güresin: Açık sözlülüğünüze ve güveninize teşekkür ederim hocam.
Benim söyleşilerde gösterdiğim titizlik bilinir. Ben bir çok duayenle 50’nin üzerinde söyleşi yaptım. Bugüne dek hiç mahcup olmadan…Size de mahçup olmayacağımı biliyorum.

Lütfen içiniz rahat olsun. Zaten ben sizinle “tiyatro” konuşmaya geldim.

İlk olarak şunu sormak istiyorum. Siz, “Araştırma-Deneme (Ar-De)” olgusunu Türk tiyatrosuna getirmiş, tiyatroyu geniş bir boyutta yorumlamayı seçmiş bir yönetmen ve sanatçısınız. Bu doğru bir algı mı?


BA: Evet, doğru. Ama önce kısaca deneme tiyatrosuna nasıl oldu da bulaştığımı anlatayım mı?

 

NG: Sanırım öykünüz şöyle başlıyor: Robert Kolej Yüksek Okulu’nu bitirdikten sonra değerli hocamız Sayın Ayla Algan’la evlenip, Amerika’ya gittiniz.
Deneme tiyatrosu ile Amerika’da karşılaştınız…

BA: Sadece tiyatro değil, sanat ile…
Stanford Üniversitesi’ne kabul edilmiştim. Tiyatroyla yakından, uzaktan bir ilişkim yoktu. Babamın krom madenlerini işletebilmek için Amerika’ya İş İdaresi okumaya gitmiştim. 1 saat derse girdikten sonra, “Hayır, ben bu işi yapmak istemiyorum” dedim ve çıktım.
Bir gün New York’ta, 5. caddede bir kitapevinde tesadüfen “Drama” bölümüne girmişim. O tarihe dek hayatımda 3 kez tiyatroya gitmiştim. Yanıma yaklaşan genç, “Ne arıyorsunuz, yardımcı olabilir miyim?” diye sordu. İsim aklımda kalmış ya, “Stanislawski hakkında bilgi” dedim. “Siz oyuncu musunuz?” diye sordu. Ben de her nedense “Evet” cevabını verdim. “Benim işim bitmek üzere, sizi bir yere götüreceğim, benimle gelir misiniz?” demez mi?
Zaten fazla yapacak bir işimiz de yok; tamam dedim.
Aldı beni, bir sürü gencin sahne yapmakta olduğu gürültülü, patırtılı bir salona götürdü.

NG: Siz o zamanlar kaç yaşındasınız?

BA: 23 yaşındayım; 1956 yılından söz ediyorum.
Meğerse orada ünlü Kay Wendell Philips’in önderliğinde “Off Broadway” tarzı tiyatro kuruluyormuş: “Actors’ Repertory Theater”. Kay Philips Amerika’da “Group Theater (Grup Tiyatrosu)” oluşturmada çok önemli bir isimdi.

NG: Off Broadway’in anlamını açabilir misiniz?

BA: Broadway Tiyatrosu’nun ötesinde, oradaki tiyatro anlayışının ilerisindeki çalışmalar demektir.
Daha sonra “Off off Broadway” ler de çıktı. Broadway’e alternatif tiyatro anlamında.

 

NG: Böylece alternatif tiyatro akımıyla tanışmış oldunuz…

BA: Ortamı o kadar çok sevdim ki, Ayla’dan habersiz her gün oraya gitmeye başladım ve kısa bir süre sonra gruba “konuk öğrenci” olarak girmeyi başardım. 10–15 gün tek başıma gidip, geldikten sonra eğitime Ayla ile devam etmeye başladık. Zaten ailede bale, dans, sanat eğitimi almış olan da oydu; ben spordan başka bir şeyle ilgilenmemiştim.

NG: Burası o ünlü Actors’ Repertory Theater mıydı?

BA: Evet. Şimdi San Francisco’da devam ediyorlar.
Neyse, Ayla ile ikimiz de konuk öğrenci olarak eğitim bölümüne girdik ve 4.5 yıl orada çalıştık. Bu sırada Actors’ Studio gibi başka tanınmış stüdyolara da, “Bakalım onlar neler yapıyorlar?” diye merak ettiğimiz için, gidip, geliyoruz. Tiyatroya işte böyle girdim ve yaşamım tiyatro ve sanat oldu.

NG: O dönemlerde revaçta olan konvansiyonel tiyatro idi değil mi?

BA: Tabii, öyleydi.
O sıralarda Sayın Muhsin Ertuğrul Amerika’ya geldi; bizi duymuş, arattı, gidip, kendimizi tanıttık. Biraz ukalalık da edip, “Biz burada kalıp, tiyatro yapmak istiyoruz” falan dedik.  “Türkiye’ye gelirseniz beni arayın” dedi Muhsin Hoca.

1960’da, tam 27 Mayıs ihtilali öncesi İstanbul’a geldik. Her gün bir sürü olay oluyor. Çocuklar yürüyor, gürültü, patırtı; bizim hiçbir şeyden haberimiz yok, dünyanın uzak bir köşesinde sanat yapıyoruz diye geçiniyoruz.
İstanbul karışmış; biz şaşkın, şaşkın seyrediyoruz. Ayla’ların evi Beyoğlu’nda, Lebon Pastanesi’nin üstündeydi; biz de orada kalıyoruz.
Yavaş yavaş olayların ciddiyetini anlamaya başladık. Bir gün İstiklal Caddesinde yürüyordum, ortalıkta yüzlerce polis, meğerse baskın varmış. Ben kendimi aniden yerde buldum. Polis atının nalını da gözümün içinde… Hala hatırlarım…
Üstüm, başım yırtılmış, perişan bir vaziyette eve geldim ve “Biz Amerika’ya dönmüyoruz Ayla” dedim. Ayla şaşırdı kaldı ve önce ne diyeceğini bilemedi.

 

NG: Olayların içine bir defa girince, çıkılamıyor galiba. Ne de olsa insanın kendi ülkesi, sorunlu da olsa, mıknatıs gibi çekiyor…

BA: Ben de öyle hissettim ve “Burada bu kadar şey olurken, ne işimiz var Amerikalarda?” diye düşündüm.
Ayla, “Yahu, Türkiye’de ortalık birbirine giriyor” dedi ve şaşkınlıkla, “Peki biz burada ne yapacağız?” diye sordu. “Yarın sabah ilk iş Muhsin Ertuğrul hocamıza gideceğiz ve döndük diyeceğiz” dedim.

Ertesi sabah elele verdik, yanan Tepebaşı Dram Tiyatrosu’na kalktık, gittik. Muhsin Bey, Engin Cezzar’la birlikte Hamlet oyununun provasındaydı. Oturduk, bekliyoruz. Papyon kravatı, kolları sıvanmış beyaz gömleği ile bir saat sonra yanımıza gelip, “Aaa Beklan, burada n’apıyorsun?” demez mi?
Düşün aradan 2–3 yıl geçmiş, hala ismimi hatırlıyor… Ne hoş değil mi?
“Efendim, Türkiye’ye geri dönüyoruz” dedik.

NG: Amerika’da kalmış olsaydınız bu güzel anıların sahibi olamayacak ve belki de bu kadar yoğun bir tiyatro deneyimi de yaşayamayacaktınız. İyi ki dönmüşsünüz sevgili hocam…

Böylelikle Şehir Tiyatrosu’na girdiniz ve yıllarınız oyunculukla, yönetmenlikle, eğitmenlikle geçti.

BA: Amerika’da tesadüfen çok iyi hocaların ve son derece özgün bir grubun içinde bulunmanın sayesinde klasik tiyatronun esasını tüm boyutlarıyla öğrenme imkânımız oldu.
Ama beni asıl Türkiye’ye çeken, buradaki sosyal olaylardı. Tiyatroyu böyle bir ortamda yapmak istedim.
1960-61’de girdiğimiz Şehir Tiyatrosu’nda, 1966’ya dek Muhsin bey, ben ve Ayla ne oyun istiyorsak sahneye koymamıza asla mâni olmadığı gibi, bizi her zaman sonuna dek destekledi.

Biz hem tiyatro yapabildik ve hem de alternatif tiyatro hakkında bütün öğrendiklerimizi talebe birliklerinde, derneklerde kurslar düzenleyerek başkalarına aktarmaya çalıştık. Tiyatro eğitimi vermeye taa 1960’larda başlamıştık bile.

1966’da Muhsin bey’e büyük bir oyun oynanıp, Genel Sanat Yönetmenliği makamı trak diye elinden alınınca, Muhsin bey de şapkasını alıp gitti. Biz de hemen ayrıldık.

NG: Tiyatro içi politikalar… Şehir Tiyatroları’nın geleneği midir bu?

Ben, iki değerli Genel Sanat Yönetmeni, Sayın Gencay Gürün ve Sayın Orhan Alkaya ile de söyleşiler yaptım.
Sanatla bürokrasi nasıl olur da bir arada yürüyebilir? Bu ne biçim bir zihniyet?

BA: Olmaması lazım ama maalesef öyle. Bürokrasinin pis tarafı bu…
Ben, Şehir Tiyatrosu’na girip, emekli olup ayrılana kadar 7 farklı genel sanat yönetmeni geçirdim. Biri gidiyor, biri geliyordu…

NG: Siz Türkiye’deki toplumsal olayların dışında kalmamak için geri dönmeye karar verdiğinizi söylediniz. Şimdi ne yapıyorsunuz?

BA: “Laboratuardan Prodüksiyona, Prodüksiyondan Laboratuara” çalışmaları ve kendimize özgün yolları araştırıyorum.

NG: Peki, tiyatronun, kültürel bir görevi olmasının yanı sıra sosyal ve politik bir misyonu olduğunu da düşünüyor musunuz? Tiyatroyu siz nasıl tanımlarsınız?

 

BA: Sosyal ve politik görevi asli görevidir; sakın unutulmasın.
Bir tiyatrocunun – hatta bütün sanatçıların bence iki kimliği olmalıdır: Bireysel ve Toplumsal. Her iki kimlik aslında iç içe geçmiştir ve  “Ben niçin tiyatro yapıyorum?” sorusunu cevaplandırmalıdır. Ben bütün bunları Muhsin bey’den öğrendim, Amerika’dan değil. Oradaki çarpışmalar, sosyal ilişkiler bu boyutu hemen getiremezdi. Türkiye’de ise durum farklı; olayları sadece dünyasal boyutta yaşamıyorsunuz; bir de cup diye içine düşüyorsunuz.
Bir tiyatrocu olarak da “Ben bu işi neden yapıyorum, alkış için mi, kendim için mi, toplum için mi?” diye sorguluyorsunuz.

NG: Her sanatçı sizin kadar sorgular mı ki?

BA: Sorgulamalıdır. Onun için benim yıllardır gençlerle yaptığım çalışmalarda ve seçmelerde ilk suallerimden biri “Neden tiyatro yapmak istiyorsun?” olur.
“Aman hocam, çok seviyorum” falan, benim için yeterli değildir.

NG: Seyircinin bir oyunu veya oyuncuyu anında ödüllendirmek için alkışlaması da bir sanatçı için çok değerli değil midir?

BA: Alkış bireysel bir zevk vermiyor değil tabii. Fakat olay “İşte beni tanıyorlar, seviyorlar, ünlendim” gibi yaptığınız işin kendine dönük boyutu ile kısıtlı kalırsa, hep alkışın, alkış yakalamanın peşinde koşuyor olursunuz. Popülist olmadan popüler olabilmek önemlidir.

NG: Tek boyutlu ve hatta kısa süreli, magazinel şöhret olunabiliyor. Kısa günün kârı deyip, yalnız bunun peşinde olan bir sürü “ünlü” de var!

BA: Diyelim ki bir oyun oynadınız veya film çevirdiniz; yani sanat yapıyorsunuz. Benim için önemli olan, yaptığınız işin toplumsal ve tarihsel boyut içinde değerlendirilebilmesi ve kalıcı olmasıdır. O sırada çok fazla ve yüksek sesli alkış almasanız bile…
Tiyatro alanında benim kurmuş olduğum 4 tane sual vardır:  Ne, niçin, nasıl ve kim için yapıyorsun?
“Nasıl?” sorusu işin sanatsal ve estetik yönünü irdeler. “Kim için?” sorusu ise tiyatroyu kendin için mi, yoksa toplum için mi yaptığını sorgular. Hatta daha ileriye gidip, toplumun hangi kesimi için yapıyorsun, diye de sorgular.

NG: 1960’lardan beri gece, gündüz Türkiye’de tiyatro hayatının içindesiniz. “Kim için tiyatro?”nun cevabı güne göre değişir mi?

BA: Buna kesin cevap verebilmek ve sonuç alabilmek için, yönelmek istediğiniz kesimle birebir ilişkinizin olması lazımdır. Bu da çok zor. Mesela işçi tiyatrosu yapıyorsanız, işçilere hitap eden bir estetik ve konuşma dili kullanmanız gerekir. Benim hedefim üniversite gençliğidir diyorsanız, onların ilgi duyacağı oyunları sahneye koymanız, estetiği ve dili kullanmanız gerekecektir. “Ne” yapacağınız ise tamamen toplumsal görüşünüze bağlı olarak şekillenecektir.
Devlet Tiyatroları’nın, Şehir Tiyatroları’nın, hatta bazı özel tiyatroların seyircisi bellidir. Birileri bir akşam bir oyun seyretmeye gelir. Genelde karışık bir kitleye tiyatro yapar ve herkesin tatmin olmasını hedeflerler.

NG: Çağımızın tiyatrosu nasıl olmalıdır?

BA: Hiç kimse “Ben çağdışı, müze tiyatrosu yapmak istiyorum” diye ortaya çıkmaz. Çağdaşlıktan neyi kastediyoruz? Önce bunu açıklamak lazım…

NG: Örneğin ben çağdaşlıktan, şeffaflığı, sansürsüzlüğü, adaleti ve hukukun üstünlüğünü ve olmazsa olmaz kadın-erkek eşitliğini anlıyorum.

BA: Güzel. Ben kendi adıma çağdaşlığı şöyle deyimlemeye çalışıyorum: İnsandan, insana, insandan topluma, dünyaya, evrene ve sonunda da kendine dönen bir ilişkiler ağının girift ve devamlı değişen koşullarını yakalayabilme bilincidir. Bu öğeler, yani insan, toplum, dünya, evren ve kendin birbirleriyle devamlı iletişim halindeler ve birbirlerini etkiliyorlar.
Bu bir ağ ve ancak kendine dönerek bu ağın içinden süzdüğün, anladığın ile çağı yakalayabiliyorsun. Çağını anlamak bence bu işte… Bir de bu anlayışını güncelleştirmen gerekiyor. 10 yıl sonra bugün yakaladıkların değişiyor.

NG: Dolayısıyla 1809’da yazılmış bir esere farklı bir yorum getirerek sahneye koyar ve çağdaşlığı yakalayabiliriz.

BA: Elbette. O gün ile bugün arasındaki sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel bağları anlayıp, bugünün gözüyle oyunu yorumlayıp, süzüp, sentezi kurup, günümüzle nasıl bir paralellik kurabiliyorsunuz, mesele budur.
Burada hemen tiyatronun başka çok önemli bir çalışma alanından daha söz etmemiz gerekiyor: Disiplinlerarası tiyatro.

Ben tiyatroya sadece bir sanat dalı olarak değil, bir iletişim organı olarak bakıyorum. Plastik sanatlar, dans, müzik, yazım da iletişim kurmaya çalışıyor.
Ama tiyatronun, başka sanatların da üzerinde olarak, kendi kimliğini tanıması için en azından diğer sanatlarla olan prensipteki bağlarını bilmesi ve kurması da lazım. Yoksa kendi hudutları içersinde kapalı kalır.

Aynı çağdaki ressamları, müzisyenleri, yazarları, çağın felsefesini, bilim ve teknolojiyi de tanıması gerekir.
Disiplinlerarası tiyatrodan anladığımız işte budur.

NG: Çok doğru. İşte günlük hayatımızı allak, bullak eden internet…
Tiyatronun da çağa ayak uydurabilmesi için bu gelişmeleri de izlemesi ve kullanması şart oldu diyorsunuz…

BA: En azından.

NG: Bir de kültürlerarası boyuttan sözedebiliriz…

 

 

BA: Orada sorulacak soru şudur: Tiyatro kültürlerarası bir fenomen midir, değil midir?
Resim kültürlerarasıdır. Aynı resme Türkler de bakar, Japonlar da… Müzik de öyledir. Yazım da öyledir, çevirisinin doğru yapılmış olması şartıyla…
Ama tiyatro öyle midir? Tiyatro, bir zaman süreci içinde canlı oyuncuyla, canlı seyircinin karşı, karşıya etkileşim yaşadığı, iletişim kurduğu ve o gün, o gece biten bir alışveriştir.
Tiyatronun üstelik bir de dil boyutu vardır. Siz Türkçe oynuyorsanız ve seyreden bir Fransız dilinizi bilmiyorsa, oyunun önemli bir bölümünü kaçırıyor demektir.
Dil handikapını ortadan kaldırmadan kültürlerarası tiyatro yapılamaz. Dili bu anlamda kullanmak gerek.

Son zamanlarda festivallerde ekranlardan altyazı sunulduğunu görüyoruz. Bu sadece hadiseyi takip etmeye yarayan bir araçtır.

NG: Ya beden dili? Onun rolü nedir?

BA: Beden dili vasıtasıyla başka kültürlerle ortak noktalarda buluşabiliyor, anlaşabiliyoruz. Ama ben ilke olarak tiyatronun kendi kültürünüzün içine hapsedilmiş olmasına, sadece kültür içi olmasına karşıyım; yeter ki bunun yolunu arayıp, bulabilelim.
İşte benim yıllarımı verdiğim “Araştırma, Deneme (Ar-De)” olgusu burada yeniden karşımıza çıkıyor. Yeni bir dil arıyorsunuz.

NG: Neden araştırma?

BA: Kitle iletişim çağında, hızla değişen dünyamızda Tiyatro Sanatı da kimliğini sürekli yenilemeli. T.A.L.’nı kurarken amacımız tiyatroyu var eden değişik öğeler arasındaki YARATICI ilişki ve dengeyi, Bilim, Düşün ve diğer Sanat dallarındaki gelişmelerin ışığında araştırmak ve denemekti. Hedefimiz özellikle Oyuncu ile Seyirci’nin yaratıcılığından kaynaklanan bir tiyatro anlayışını geliştirmekti. Çağdaşlık, (insandan insana, topluma, dünyaya, evrene ve yine kendine dönen) bir ilişkiler örgüsünü irdelemek ve aktarmaktan geçer.  T.A.L.’nın düşünsel altyapısına göre çıkış noktasını en iyi açıklayabildiğimiz üst başlığı “Tiyatro Yaratıcı Öz Benliğini Arıyor” oldu. Burada, Yöresellik, Evrensellik, Kültürlerarasılık ve Disiplinlerarasılık kavramları da ayrı ayrı ve iç içe ele alınmalıdır.

NG: Neden deneme?

BA: Eğer Tiyatro, yapıldığı sürece var olup, belgelenmesi olanaksız bir sanat dalının deney taşında dövülüp ayıklanması ise;
Eğer Tiyatro, geçmişini değerlendirip, geleceği yaratacak biçimde, yazarı, oyuncusu, sahneye koyucusu ve tüm teknik ekipleriyle birleşik ekip çalışmasının ürünü olacak ise;
Eğer Tiyatro, ancak seyirci ile var olabileceği bilinci içinde, oluşumuna seyirciyi de yaratıcı güç olarak katmayı yeğliyor ise;
Eğer Tiyatro, kuramdan eyleme, eylemden kurama gidip gelen yaşamın aynası değil de dinamik ve değişken yansıması ise;
Eğer Tiyatro, ulusalla evrensel kültürün sentezinde kendi oluşumunu arıyorsa;
Eğer Tiyatro, ekonomi, toplumbilim, ruhbilim, felsefe, politika, tarih adına konuşma yerine; bunların toplamını insan ilişkilerinin girift değişkenliği içinde görmeye çalışan bir sanat dalı olmayı anlamış ise;
Teknoloji ve bilimde olduğu gibi tiyatroda da çağdaş olabilmenin yol ve yöntemi planlı araştırma ve denemeden geçecektir.
Planlı çalışma tüm bilim kollarının çağdaş görüşlerini tiyatro potasında toplayıp, o öze uygun biçimi aramaktır. Bu yalnız tiyatrocuların üstesinden geleceği bir çaba olamaz. Çağımızın gittikçe hızlanan değişkenliğini kavramak için bilim adamları ve diğer sanat kollarının yapımcılarıyla çok sıkı bir işbirliğine gereksinme duymuştur.
Tiyatro, yazarlık, oyunculuk, oyuncu-seyirci ilintisi gibi kendine özgü öğelerin yenilenmesini de bu birleşik araştırmanın ışığında bulacaktır.
Tiyatro, giderek, en azından bu amaçları gerçekleştirdiği derecede deneme görevini yapmış olacak ve denemeler de günümüz çağdaş tiyatrosunu doğuracaktır.

NG: Yeni ve ortak bir tiyatro dili, ortak payda…

BA: Evet, aynen. Dünyada da bu yönde bir sürü araştırma yapılıyor ve özellikle dans tiyatroları dansla, tiyatroyu buluşturarak buna ipuçları veriyor ve öncülük yapıyor.

NG: Bizde de dans tiyatrolarında ciddi artış ve müthiş performanslar var…

BA: Son 10 yılda Türkiye’deki dansçılar da tiyatro yapmaya başladı ve bence Türk tiyatrosunun gelecek umudu onlarda. Yeter ki iyi organize olabilsinler. Tiyatro-Dans Fenomenleri’nin Estetik Buluşması’nı araştırsınlar.

NG: Geri kalmışlığın sanatla doğrudan ilişkisi var mıdır?

BA: Kesinlikle yanlıştır. Asıl tehlike sanatı ve kültürü dışarıdan ithal etmekte yatar. Her şeyi batıdan alma hastalığıdır bunun adı. Batıya özentidir. Biz nasıl sanayii dışarıdan aldıksa, sanatı da alma yolundayız.
“ Farkına vararak yapıyorum, taklit ediyorum ” demez kimse. İthal yoluyla aldığımız tüm sanat, kendi geri kalmışlık kompleksimizin bir uzantısı olarak bize gönderilen, hatta empoze bile edilen, kültür emperyalizminin bir sonucudur. Kültür emperyalizminin maşası olmuşuz…

Kurucusu olduğum ve bürokratik baskılar sonucu kapatılan T.A.L. – Tiyatro Araştırma Laboratuvarı’nda kendi ana kültürümüzün atardamarlarını araştırıp, çıkartmayı ve bunu topluma mal etmeyi hedeflemiştik. Bunu bir başka söyleşide size detaylı anlatabilirim. Ama T.A.L. projesinin ana fikrine kısaca değineyim:  “Anadolu İnsanının Kültürel Kimliğinde Oyun Araştırması” yapıyorduk.
Hedefimiz, “Tiyatrodaki yaratıcı özbenliği aramak; “Tiyatroda yaratıcı kimdir?” sorusunun cevabını bulmaktı…

Çıkış noktamızı şöyle özetleyeyim: Kendi kültürel kimliğinizi yakalamadıkça, dışarıdan etkilenmeye mahkûmsunuzdur.
Bütün mesele bunun nasıl yapılacağıdır.

Burada ben Orta Oyunu’ndan, Tuluat’dan bahsetmiyorum; yalnızca uygarlıkların beşiği diye övündüğümüz Anadolu’dan ve Anadolu insanının öz benliğinden bahsediyorum.
Üzerinde yaşadığımız bu topraklardaki gelmiş, geçmiş yüzlerce uygarlıktan, zenginlikten neleri süzüp, alabiliriz ki özünü, kendimiz bu kazanımların üzerine inşa edebilelim. Bunun peşinde olmalıyız

Böylece bizim de dünyaya verecek bir şeylerimiz, bir katkımız olsun.

Halk şiirimiz, divan şiirimiz, hat sanatımız, musikimizden beslenerek ve kendi özümüzle uyum içerisinde uluslararası-karşılaştırmalı kendi sanatımızı yaratmamız şarttır. Buna mecburuz.
Bu olmadığı müddetçe, istediğiniz kadar “oyun iyi tuttu” nakaratları yapın, ilerleyemez ve kültür ve sanat ithalatçısı olarak kalırsınız.
Bunların üzerinde en çok durmuş olan, araştıran rahmetli Metin And’dı. Artık bu araştırmaları uygulamaya koyma zamanıdır. Arkamız okyanuslardır… Anadolu’muz da…

Biraz da hüzünle ama hiçbir zaman cevabını öğrenemeyeceğim bir soru: Tiyatroyu var eden temel oluşum Oyuncu-Seyirci karşılaşmasında yatıyorsa ve geleceğin değerlendirilmesi için bir belge bırakamıyorsak “Ölümsüzlük” özlemimizi nasıl gidereceğiz?
Kızım Sevi’ye sık sık söylediğim gibi: “Sana mirasım ‘Deneylerimiz’, ‘Sanatsal Sorunlarımız’ ve ‘Başaramadıklarımız’dır. Al onları kendi doğru bulacağın sanat serüveninde kullan!!!”

 

 

NG: Anadolu bir okyanus dediniz; ne de güzel söylediniz. Atalım kendimizi hadi bu derin sulara, araştıralım özümüzü, değerlerimizi bir, bir bulup, çıkartalım ve Beklan Algan Hocamızın dediği gibi dünyaya kendimizden bir armağan sunalım.

Nur içinde yat Beklan Hoca.

  1. 2-4-2012

    Yazıları siyah karaktere çevirmek için ne yapmalıyım? Kırmızı harfleri zor okuyorum (Belki ben Kırmızı Dalton’um, Avarel’in agabeyi)
    Bulent Dalton

    • 2-15-2012

      Bülent’cim

      Cevapta geciktim, kusura bakma. Diğer işler (CNR) çok yoğundu. Açıkcası siyaha çevirmek için ne yapılacağını ben de bilmiyorum ve kırmızıyı şimdilik değiştirmeyi düşünmüyorum. Zira tüm tasarım kırmızı renk üzerine kuruldu. Avarel’e bir sor bakalım, o ne diyecek :))

Leave a Comment to Nilgun Guresin